3 Ekim 2013 Perşembe

AYFER TUNÇ KİTAPLARI İLE İLK BULUŞMA



Uzun zamandır,iş dışında, kendim için,  tek kelime dahi yaz(a)madım. Yazma sıkıntısı çektiğim için değil, bu sayfamda kitap okur maceralarıma yer veriyorum, yeni kitap devretmediğim için yazmak gelmedi içimden.
Yazmayı  ne kadar çok özlemişim meğer!
Kayda değer şeyler yazamadığımı biliyor olsam da,  yazmak beni  mutlu ediyor. Dahası, iyi bir  metin okuduğumda, ben de, hemen yazmak istiyorum.
Bu satırları yazmama neden olan  Yazarımız Ayfer Tunç oldu…Ayfer Tunç ismini , ilk kez, 2008 yılında , takip ettiğim bir okurun sayfasında görmüştüm. BİR MANİNİZ YOKSA ANNEMLER SİZE GELECEK, okumak istediğim romanların listesine almıştım. Ayfer Tunç, günümüzde yaşayan  bir Türk Yazarı olarak ilgimi çekmişti, aynı yılda doğmuş olmamız kendimi  ona  yakın hissetmeme neden olmuştu. Güldüm… Tam doğum tarihini merak ettim, fakat tüm araştırmalarıma rağmen, Yazarımızın özel hayatı hakkında ( vikipedi hariç ), hemen hemen hiçbir bilgiye ulaşamadım. Bir söyleşiden öğrendiklerim bu kadarcık. “Benim çok küçük yaşta babam öldü, ama buna rağmen mutlu bir çocukluk geçirdim. En mutlu anlarım da kitap okuduğum anlardır. Hâlâ okurken o zamanlar aldığım lezzeti özlerim. Okumayı çok sevdiğim için fazla arkadaşım yoktu. Zevkle ve isteyerek seçilmiş bir yalnızlıktı bu.”
 Okumak istediğim ve okuduğum Yazarların hayatlarını merak ederim; nerede, ne zaman  doğduklarını, ailelerini, mesleklerini, görüntülerini, hayattaki gerçek duruşları, verdikleri mücadeleleri, vs. Her zaman merak etmişimdir… Nedenini ise Ayfer Tunç bir söyleşide, her ne kadar kendisiyle çelişmiş olsa bile , çok güzel açıklamış aslında;” Çünkü Tanpınar’ın “İnsan kalbi, başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır,” dediği gibi, yazdığımız her karakteri kendi tecrübelerimizle olgunlaştırırız.”



18 Eylül 2013 tarihinde, arkadaşım Melahat Hanım, aradı bir iş için. Kitaplarla ilgilendiğimi bildiğinden, sohbetin sonunda, yeni okumuş olduğu kitaplardan söz etti.  Canan Tan- Yüreğim Seni Çok Sevdi ve Ayfer Tunç – Yeşil Peri Gecesi. Tanımadığım  bazı yazarlara karşı, mantıklı açıklama getiremediğim, ön yargılarım vardır… İlginç olan bu ön yargılarımın, çoğunlukla yazarların eserleriyle tanıştıktan sonra da devam ediyor olmasıdır. Arkadaşımın söz ettiği  her iki Yazarın, eserlerine yabancıydım. İlginçlik burada başlıyor,  arkadaşım iki romandan övgüyle söz etmesine rağmen,  Canan Tan’ı, hiç ama hiç okuma hevesine kapılmadım. Oysa Ayfer Tunç… YEŞİL PERİ GECESİ , BİR MANİNİZ YOKSA ANNEMLER SİZE GELECEK ile birlikte ossaat kitaplığıma  dahil oldular.
İnsan ya  kitap okurdur, ya da okur değildir,  arası yoktur bence… Vakit olmasa da , başka engeller olsa da, an gelir kitaba dönüş olur. En azında durum benim için böyle. Kitap satın almaktan ve okumaktan çok büyük keyif alıyorum… Bir kitap hakkında övgü sözleri duyduğumda, kendi süzgecimden geçirdikten sonra, o kitabın peşine heyecanla düşüyorum…Bazan tanışma süreci uzayabiliyor, Ayfer Tunç’la olduğu  gibi, ama gün mutlaka geliyor. Bir kıvılcım gerekti ve arkadaşımın sözleri beni yeni bir kitap okur macerasına sürükledi.
Başucumda pek çok kitap okunmayı beklerken, Yeşil Peri Gecesi, hepsinin önüne geçiverdi. Ayfer Tunç üslubunu çok beğendim ve 2008 yılından bu yana, okumak istediğim hâlde, nasıl olur da kitaplarını edinmediğim için  hayıflandım. Henüz romandan 100 sayfa okuyabildim, fakat Yazarın üslubunu,  yalın anlatımını sevdim…Tanıdık bir coğrafyada, tanıdık insanların hikayelerini okumak bana iyi geldi. Toni Morisson’ un AŞK romanını anımsattı bana YEŞİL PERİ GECESİ …Konusunu değil, hikayenin örgüsünü. 
15  Haziran 2013 tarihinden  itibaren okumasına okuyorum, ama roman okumak için çok zaman ayıramadım. İş güvenlik uzmanı olmak için sınava hazırlanmam gerekti.18 Ağustos 2013 tarihinde sınav Ankara’da gerçekleşti ve ben ne yazık ki sınavı geçemedim. Bir sonraki ve son hakkım 23 Kasım 2013… Bu günlerde yönetmelik, tüzük  okumaya çalışıyorum…Sınavı bu sefer geçer miyim bilemiyorum, biraz zor görünüyor. Olsun, iş güvenlik uzmanı olamasam da, iş güvenlik konusunda epeyce bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.  Küçük bir misal ;hep karıştırırdım yönetmelik, tüzük, kanun, anlamlarını bilmiyordum…Hiyerarşisini öğrendim; Anayasa, Kanun, Tüzük, Yönetmelik ve Yönerge… Benim için 6331 İş kanunu okumak  kolay  ve zevkli olduğunu söyleyemem, ama  gayret ediyorum, bir şeyler öğrenmekten , yaşım ne olursa olsun, her zaman sevinç duymuşumdur.
Melahat Hanım, son aylardaki okuma maceralarıma, renk kattığı için  çok teşekkür ediyorum. Ayfer Tunç’u sevdim, seveceğimi biliyordum… Kendi düşüncelerime yakın, dolayısıyla hoşuma giden metinler okumaktan daima  heyecan ve coşku duymuşumdur…
Ayfer Tunç, bir söyleşisinde şu sözleri söylemiş;“Evet, iyi bir metin okuduğumda hemen yazmak isterim, beni müthiş ateşler.”
 

İçimden; Ben de, ben de! nidası kopuverdi…Elbette ki haddimi biliyorum ve kıyaslama söz konusu bile değil, sadece benim hissettiklerim  de benzer. Ayfer Tunç, beni bu metni yazmak için ateşledi , böyle bir Türk Yazarı tanıdığım için hem gurur duydum, hem mutlu oldum...


30 Temmuz 2013 Salı

KARDEŞİMİN HİKAYESİ - ZÜLFÜ LİVANELİ




Zülfü Livaneli uzun süre, sebepsiz, uzak durduğum bir Yazardı. Daha sonra 2008 yılında Mutluluk ve 2011 yılında Serenad romanlarını okudum.  Yazarın üslubundan, net ifadelerinden, Türkiye’deki gerçeklerin anlatımından, benzer düşünceler paylaştığımızdan, etkilendiğimi  inkar edemiyorum.  Buna rağmen Livaneli’yi  bir yazar olarak kendime  yakın hiç hissedemedim.
Romanlarında temiz Türkçe kullanmasına  ve rahat okunması yanında, kurguda ciddi boşluklar ve duyguların okura geçişinde sıkıntı olduğunu  okuduğum son romanla  daha net farkına vardım. 
21 Temmuz 2013 tarihinde devrettim, Kardeşimin Hikayesi’ni, hikayeye dahil olamadığım gibi,  aralarda  köşe yazısı okuyormuşum hissine kapıldım. Livaneli, kitabında  pek çok roman isimlerinden, yazardan,  roman kahramanlarından, şarkılardan ( Via Con Me gibi), tanınmış  isimlerden (Alvar Aarto gibi )  söz etmiş ve bu durumu  abartılı buldum;Ben çok okudum, çok bilgiliyim, genel kültürüm çok farklı boyutta , diye haykırıyordu satırlar âdeta. Yazarımızın, bilgisine , kültürüne elbette ki saygım vardır, fakat  kendini bu kadar kasması tuhafıma gitti. Bir roman, beni başka bir romana götürmesini seviyorum, ama  Livaneli dozu kaçırmış ve arada bir, roman değil , edebiyat  ödev  kompozisyonu okuyormuşum gibime geldi. Demek istediğim,verdiği bilgiler  konuyla ilgili bir köşe yazısında yakışabilirdi bir ihtimal, fakat  romanda , biraz önce söz ettiğim gibi, Yazar âdeta  entelektüel kimliğinin  reklamını yapar gibiydi, en azından bana öyle geldi. Oysa, gerçek entelektüellerin hep bir yanı mütevazılık olduğuna inanmışımdır.
Kardeşimin Hikayesi, bana hayal kırıklığı yaşattı…Zülfü Livaneli cinai roman yazmasın bana kalırsa. Her ne kadar, amaç cinai roman yazmak  olmasa da,  bu motif  de, pek çok konu gibi havada kalmış.  Aslında hikaye iyi  başladı ve kitabın ilk sayfalar ilgimi çekmeye başardı…Ancak, sonrası tam  bir fiyaskoydu.Bana eleştirmek düşmez elbette, anacak ben kitabı, edindim, okudum, çaba sarf ettim ve okur olarak, hissettiklerimi, kendim için yazıyorum.
Kardeşimin Hikayesi’nde pek çok boşluklar ve aceleye getirilmiş konular vardı, bir romandan beklediğim heyecanlı kurgu yoktu. Ahmet Arslan ve köpeği Kerberos dışında , diğer tüm roman kahramanları çok silikti ve hayalimde canlanamadılar. Hele Olga ve Lüdmila’yı hiç sevemedim. 

 Livaneli, romanının yazılmasının başlangıç noktası bu cümle olduğunu söylüyor; “İnsanların duyguları olmasaydı her şey ne kadar kolaylaşırdı 

Bu imkansız olduğu için, romanında, Livaneli en güçlü duygulardan, aşkı, kendi bakış açısıyla   anlatmayı hedeflemiş. “ "Aşk dünyadaki en tehlikeli, en öldürücü  duygudur" diyor ve Ahmet'in Olga'ya karşı duyduğu  tutkulu aşkı, daha doğrusu  kara sevdayı anlatıyor, ancak hiç inandırıcı olmamış, daha doğrusu ben hiçbir şey  hissedemedim okurken, oysa kara sevdanın,  az çok ne olduğunu biliyorum. 

 “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur”,  Aşık Veysel,  bana göre, aşkın en doğru tanımını  yapmış. Zülfü Livaneli de  bu yönde  düşünüyor ve hatta şöyle izah ediyor; "Kavuşursa aşk, biçim değiştiriyor; dostluk, arkadaşlık, dayanışma, ortak anılar, ortak mücadele öne çıkıyor." Ben yaşadığım için  bu durumun benim için gerçek olduğunu biliyorum.  

Kardeşimin hikayesi  özlü sözlerle dolu...Kitap  okurken, aralarda serpilmiş bu sözleri bulmayı seviyorum,  romanın kurgusu içinde  yaşanan olaylarla desteklenmiş olurlarsa anlam kazanmış oluyorlar,  oysa  Livaneli bu konuda da abartmış, her konuda söyleyecek bir sözü var...

" Hiçbir şey kendiliğinden zehirli değildir; Zehri, yapan dozdur  demişti Pierre Rey. Bu sözü seviyorum, çünkü dengenin  her konuda önemini  çok güzel anlatıyor.
 

Kardeşimin Hikayesi'nde,   Monte Kristo  Kontu  romanından izler bulmak, beni kitaptan iyice soğuttu.
 
Teoman'nı bir sözü geldi aklıma; "Eski şarkılarım, yeni şarkılarımı dövmeye başladılar". İşte bu  durum bence çok acı.Bir sanatçının yarattığı eser bir öncekinden daha kötüyse, hem sanatçının kendisi için hem, de onu sevenler ve hayranları için büyük hayal kırıklığı…
 
 
 
Hamiş:
 

Kitabı henüz okumaya başladığımda 6 Temmuz 2012 tarihinde  İstanbul’da geçirdiğim çok güzel bir günü hatıralarıma işlemek istiyorum…Kitap çantamda olduğu için sessiz şahitti…Önce İstinye Parkında yapmak istediğim her şeyi gerçeğe dönüştürdüm…Sevdiklerimle birlikte, rüya gibi harika bir gün geçirdim. 6 Temmuz akşamı ise şaşkınlıklar içinde  Belgrad Ormanlarında,  kocamın halasının kızının düğününe katıldık…Belgrad Ormanlarını duymuştum  daha önceden ve büyükçe bir park sanmıştım. Oysa İstanbul’un göbeğinde böyle bir ormanla karşılaşacağım hiç aklıma gelmemişti…Belgrad Ormanlarına hayran kaldım.

 

18 Temmuz 2013 Perşembe

KUSURSUZ - JUDİTH McNAUGHT



Bir karışıklık sonucunda, yanlışlıkla,  CENNET - V. C. Andrews  yerine,  CENNET - Judith McNaught romanını edindim.
Yanlış kitap aldığımı fark edince üzülmedim, çünkü kitap satın almayı çok seviyorum.Bazan özellikle aradığım kitapları ediniyorum, bazan ise ismini daha önce hiç duymadığım, o anki ruh halime uygun kitaplar satın alabiliyorum…Misal en son satın aldığım kitaplardan birisinin ismini  hiç duymadım, hakkında yazılan hiçbir şey okumadım. ÖLMEK İÇİN KÖTÜ BİR GÜN, ismi de beni cezp etmedi. Satın alma nedenim neydi peki?  Kitabın ikinci Yazarı;David Ellis. Daha önce Yazarın ismini hiç duymamıştım, ancak ismi, küçücük puntoyla,   oldukça büyük punto James Patterson’un adının altında yazılmıştı. Adı küçücük punto ile yazıldığına göre, D. Ellis'in kitaba katkısı o oranda mıydı ? sorusu düştü aklıma. İki yazardan yazılmış bir kitap okuduğumu hatırlayamadım ve merakımı gidermek istedim. Son çıkan kitaplara bakarken, yazarların isimleri farklı puntoda yazılmış olması dikkatimi çekti, sonra tuhafıma gitti ...D.Ellis'a haksızlık olmuş gibime geldi ve romanı satın almak geldi içimden. Okur muyum? Şu an  bilmiyorum, sırası gelirse okurum.
Velhasılı kelam, yanlış CENNET’i, internetten, İzmir – Parşömen Sahaf’dan, satın aldım. Hazır CENNET’i   sanal sepete atmışken, Yazardan   bir romanını daha almayı  ihmal etmedim -  KUSURSUZ. Kitaplar kargoyla geldiklerinde, paketin içinden bir içimlik , ambalajlı granül kahve çıktı. Şaşırdım tabii, Parşömen Sahaf; Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır, atasözünü mü hatırlatmak istemişti?!  Bilemiyorum tabii, bir kitap okura , küçücük bir hediye…
Girizgah uzun, çünkü  KUSURSUZ hakkında  yazılacak fazla bir şey yok. Bir aşk masalı daha…Sanırım Judith McNaught’tan üst üste iki roman okumak  bana biraz fazla geldi. Yine de bir çırpıda okuyuverdim… Kitabı 5 Temmuz 2013 tarihinde devrettim.
 Geçmişi belirsiz olan, Zack Benedict,  karısını  öldürmekle suçlanan, hüküm giymiş bir Hollywood film yıldızı.  Beş yıl hapis yattıktan sonra ,yolunu bulup firar ediyor.

Julie, on yaşında  hâlâ  okuma yazma bilmeyen,  Chicago sokaklarında hırsızlık yapan ,  bebekken terk edilmiş bir yetimken,  iki erkek evladı olan Madison ailesi tarafından evlat ediniyor…  Teksas'da, küçük bir kasabada yaşayan Madison ailesi, kızın  yeni ve  sıcak yuvası oluyor. Kız, bu iyi insanlara layık olabilmek için elinden geleni yapıyor.  Julie, zamanla, kasabada,  örnek ve herkes tarafında sevilen  genç bir kız  haline geliyor. Okulunu başarıyla tamamlıyor ve  kasabadaki okulda  öğretmen olarak hayatına devam ediyor.

Romanın tanrısı, bu iki sıra dışı insanı, bir araya getiriyor ve aralarında alevlenen aşkı konu ediyor. İnandırıcılıktan  çok uzak bir kurguydu ve  ben  uzun bir  masal niyetine okudum. 
Yazar, KUSURSUZ’un  ikinci bölümünde, CENNET romanın  kahramanları Mat ve Meredith'e küçük  rol vermiş, eh  onların  fırtınalı aşkları  geride ( CENNET romanında )  kalmış,  dingin, mutlu ,huzurlu, varlık içinde, çocuklarıyla birlikte hayatlarına devam ettiklerinin bilgisi  geçiyor. Dizi roman...
Judith McNaught  sanırım bir daha okuyamayacağım.Yine de   bu hoş karışıklık sonucunda, iki romantik, film tadında, roman devrettim ve hâlâ hayatta olan bir Yazarı ve üslubunu tanımış oldum.
KUSURSUZ, ilk  1993 yılında  yayımlanmış, özellikle  baktım romanın yazıldığı tarihe, çünkü, romanda, ABD okuma yazma bilmeyen yetişkinlerden söz ediyordu Yazar.  Bu bilgi ilginç geldi bana.Julie, öğretmenlik yaptığı okulda, gece , okuma yazma bilmeyen yetişkinlere, gönüllü olarak,  dersler veriyor. Yetişkinlerin , daha çok kadın, okuma yazma hevesleri beni heyecanlandırdı. Hayatta okuyabilmenin ne büyük  mutluluk olduğunu vurguluyor Yazar. İnsan bazan, elinde olan nimetlerinin farkında olamayabiliyor, çünkü onları  doğal karşılıyor.
Judit McNaught’dan iki roman okudum, fakat   bana, Onu hatırlatacak bir alıntı yapmadığım farkına vardım, uzun yazımı, benim de katıldığım, romandan bir söz ile noktalıyorum;

Bir insanın mutlu olması için ailesinin hayır duasını alması şarttır. Ailenin senden nefret etmesi, lanetlemek gibi bir şeydir.” 

3 Temmuz 2013 Çarşamba

CENNET - JUDİTH McNAUGHT


Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde , kalbur saman içinde, Meredith  adında çok güzel, çok akıllı, başarılı,  altın  kalpli, cesur, alçak gönüllü  ve üstelik   Bancroft Mağza zincirinin  tek varisi bir kız varmış. Bu kadar artılara karşılık , Meredith, annesiz büyümüş . Baba, eski görüşlü, otoriter, baskıcı,  kızına mutsuz çocukluk yaşattığı gibi, annesini de tanıma fırsatı vermemiş.

 Meredith on sekiz yaşındayken, bir partide karşısına  çelik işçisi  Matthew Farrell  çıkar…Matt,  kızımıza göre  bir alt  sosyal sınıftan ,  fakat çok  zeki, kararlı, esprili, çalışkan,  cesur, dürüst, gururlu, cömert, ailesine bağlı, kadın ruhundan anlayan,  atletik yapılı ve yakışıklı  25 yaşlarında  bir genç…Bu özellikleri sayarken, gülmekten kendimi alamadım.

Romanın kahramanları Meredith ve Matt…  Hoş, romantik film tadında bir aşk masalı…

Kitabı 3 Haziran 2013 tarihinde okumaya başladım ve 23 Haziran 2013 tarihinde, pazar günü devrettim. Dil basit olduğu için hızlıca okunuyor. Ayrıca, bazen  bu tür  mutlu roman- masalları  okumak,  zihnimi dinlendiriyor.

Kendimi bildiğim bileli, masalları çok seviyorum; hem dinlemeyi, hem okumayı…Okumayı öğrenmeden önce canım anneciğim bana çok masal anlatırdı ve okurdu…En sevdiğim masal hangisi diye sordum kendime şu an?

Karar vermek zor tabii… O kadar çok ki…Yine de bir isim verem gerekiyorsa şu an aklıma Küçuk Mouk masalı düştü.Henüz okumayı bilmiyordum  bu masalla tanıştığımda…Küçük Mouk’un sihirli terlikleri vardı, onu, hızlıca,  istediği yere ulaştırabiliyorlardı…O terliklerden ben de bir gün edinmeyi hayal etmiştim. Küçük Mouk, dinlediğim  en sıra dışı masallardan birisiydi… O  eşek kulakları  çıkartan incir meyvesini çok merak etmiştim.Masalda adı geçen yediverenin, Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra ilk kez tatmıştım…

Masallar , çocukluğumuzda, sorgusuz sualsiz  inandığımız  kocaman büyülü bir dünya, büyüdükçe masallardaki  iyinin ve kötülüğün  mecazi anlamları fark ediyoruz, yaşlandıkça ise  masalların  dünyasında gizleniyoruz…

Ben, CENNET, hakkında yazacaktım, konuyu dağıttım. Roman hakkında yazılacak  fazla bir şey yok…Aşka ikinci şans tanıyan, romantik bir film. Kitaptan, bu gün için hatırladığım sadece  bir sembol var , bir erkek elinin avucuna bir kadının eli…

Asıl bu romanın kendisine  ulaştığım yol çok komik oldu, çünkü  bu romanı edinmeye niyetim yoktu. Kitap zevkine güvendiğim bir okur, okumasitesi.com adresinde, CENNET adlı roman hakkında,  bir not yazmıştı, ancak , yazarın adıni bildirmemişti. Kitabı merak ettim ve internette  küçük araştırma sonucunda karşıma çıkan ilk  Cennet adlı roman Judith McNaught’a ait olduğunu gördüm ve kitabı hemen edindim. Daha sonra, okurun söz ettiği kitap, farklı  bir CENNET olduğunu öğrendim. Okuduğum not, meğer V. C. Andrews’- CENNET'i içinmiş…

Yanlış trene binenler, bavullarını karıştıranlar, isim benzerliğinden kişileri  karıştıranları duymuştum…Bu sefer ben kitapları karıştırdım.

Bu hoş karışıklık sayesinde bir Yazar tanımış oldum ve hakikaten okurken dinlendiğimi hissettim. 

Judith McNaught (d. 14 Mayıs, 1944) Kitapları, 30 milyondan fazla basılmış ve New York Times en çok satanlar listesine birkaç kez girmiş, ABD'li, aşk romanları yazarı. 19 yy'ın ilk başlarında, İngiltere'de geçen tarihi aşk romanları ile bu tarz romanların öncüsüdür. Daha sonra 50'den fazla yazar Judith McNaught'un izinden giderek, aynı stilde yazmaya başlamışlardır. Ayrıca CBS radyo kanalının ilk kadın yapımcısıdır.

 


 

Kitapları 30 milyondan fazla basılmış… Bu rakamlar pek çok şey söylüyor. İnsanlar mutlu olmak istiyorlar... Kim istemez ki ?

Judith McNaught hayatını merak ettim ve netten ulaştığım bilgilere göre, ilk kocasından ( diş doktoru )  boşanmış,  bu evlilikten iki çocuğu varmış. Daha sonra, onu yazmaya teşvik eden ikinci kocasını, trafik kazasında kaybetmiş...Hayat böyle, her şey insanlar için, mutluluklar da, mutsuzluklar da…
Ben her şeyin bir bedeli olduğuna inanıyorum.

5 Haziran 2013 Çarşamba

DANS ÖĞRETMENİN DÖNÜŞÜ- HENNİNG MANKELL



İki adım ileri, bir adım geri...Tangonun en temel adımlarıdır, ya da,  bana öyle öğretilmiştir.  Tabii bu kadar kolay değil...Adım oyunları olmazsa olmayan, muhteşem olduğu kadar zor bir danstır. İnsan dans ederken, şarkı söylerken, ya da  sadece müzik dinlerken kendini daha mutlu hissedebiliyor. Benim için  böyle...Sadece benim için mi ? Hiç sanmıyorum...

Uzun zamandır bu kadar güzel roman okumamıştım. Dans Öğretmenin Dönüşü , okuduğum en seçkin polisiyelerden birisiydi.

Kurgu, sadece  bir gizemi çözmekten ibaret değil, II. Dünya Savaşı sırasında işlenen suçlara  değiniyor ve günümüzdeki neo nazizmi konu  ediyor. 
Romanı ilgiyle okudum  ve 2 Haziran 2013 tarihinde devrettim.  Okumama vesile olan, okumasitesi.com, sitesinde  kitapla ilgili  yorum paylaşan Semih Oktay' a teşekkür ediyorum.http://www.okumasitesi.com/uye/Semih-Oktay

Son sayfasını kapattıktan sonra, romandan, aklıma ilk gelenler; Kanlı  ve daha sonra kar üzerinde tango adımları... J.S. Bach... Savaş suçları... Neonazizim.... Bir işkence cinayeti... Onu takip edin bir cinayet daha... İsveç ormanları...Stefan Lindman, cesur , kanserle mücadele eden bir polis. Giuseppe Larsson ile kurulan samimi ittifak...Larsson’un gülüşünü,  romanın satırlarında duyabildim…İtalyan ön adıyla, kahramanına, Akdeniz sıcaklığı katmış sanki  H. Mankell…Roman açısında  çok önemli sahne değil  fakat  şu an aklıma geldi ve yazıyorum.  Soruşturma sırasında tanıklar arasında olan yaşlı bir kadın, sigarasını içerek, ifadesini verirken, şakkadak  ölüverdi…Giuseppe, onu kurtarabilmek için , hiç tereddüt etmeden suni teneffüs uyguladı…Başıma gelmediği için bilmiyorum, hayatını kurtarmak için,  hiç tanımadığım birine suni teneffüs uygulayabilir miyim?


 Dans Öğretmenin Dönüşü, kolay okunabilen , mantık hatası olmayan, benim kafamda  önemli soru işareti bırakmayan, okumaktan hakikaten çok  keyif aldığım bir roman oldu.

Romanı edinmeden önce Yazarın gerçek hayatı hakkında okuduklarım ilgimi çekti. Irkçılık hakkında yazmayı hak eden birisi Henning Mankell.  Sadece bir Yazar olarak değil, hakkında öğrendiklerimle, bir insan olarak  da saygımı kazanmıştır. 





Dans Öğretmenin Dönüşü romanı   temel ahlak,  toplum ilişkileri ve ırkçılık gibi  önemli konular hakkında okurları düşünmeye zorluyor. Irkçılık, insan ayrımı,  üstün toplum kavramları,  günümüzün dünyasında hâlâ güncelliklerini kaybetmemiş olmaları üzücü...Hiçbirimiz seçemiyoruz, ailemizi, ülkemizi, ten rengimizi...

Romandan etkilendiğim bir pasajı paylaşıyorum;

Ne de olsa  Naziler, Afrikalıları, onların müziğini,âdetlerini, yaşam tarzlarını, her şeyini ilkel buluyordu. Onlara göre Afrikalılar insan altı yaratıklılardı. Siyah Amerikalı atlet Jesse Owens 1936 Olipiyatları’nın yıldızı olduğu halde Hitler onun elini sıkmayı reddetmişti”

Hening Mankell yine de ; "kötü insan, ruhunda kötülük olan insan, diye bir şey yok, sadece koşullar ortaya çıkarıyor o kötülüğü" diyor.


9 Şubat 2013 Cumartesi

ZORBA - NİKOS KAZANCAKİS


                                                                   


  
" Okuyorum biteviye…” bu sözler çıkıverdi dimağımdan , ZORBA romanını okurken. Bir yerlerde okumuş ve aklımda kalıvermişlerdi… Biteviye, sözcüğünü daha önce hiç duymamıştım, fakat hoşuma gittiği için, yeni olduğundan belki, unutamamışım.Hem yeni sözcükler keşfetmeye bayılırım…
” Okuyorum biteviye…” Bu cümleyi şöyle yorumlamıştım; okumaktan zevk almıyorum, fakat , yarım bırakmak istemediğim için, kitabı, hikayeyi, metni vs. bir an önce bitsin diye okuyorum.
Biteviye, bitirmekle, nihayetlendirmekle bağlantılı bir söz olduğunu sanmıştım.
ZORBA romanını, okumaktan keyif alamadım, yarım kalmasını istemediğim için devrettim. Biteviye okudum…Biteviye, sözünü ilk kez kullanıyorum ve hiç lügata bakmadığımı frak ettim. Sözcüğün gerçek anlamını öğrenince, güldüm, bazen, tanımadığım sözcüklere, kendim, mana uydurduğum oluyor. Velhasılıkelam, biteviye - tekdüze, monoton, sıradan, anlamına geldiğini öğrendim.
Biteviye sözcüğü, ZORBA romanının okuma serüvenimin tam olarak karşılığı oldu. Roman uzun zamandır okuma listemde yer alıyordu, hakkında pek çok methiyeler duymuş ve okumuştum, fakat ne yazık ki ben kitabı okumaktan keyif alamadım, hiç heyecan duymadım.
Bir roman beni ne zaman heyecanlandırır? Romanı elime almak için sabırsızlandığımda, gelişen olayları merak ettiğimde …
Romanlar, bana göre tabii ki, ya çok güzel, gerçeğe yakın kurgulanmalı, ya da hakikaten yaşanmış olayları anlatmalı…Kandırılmayı sevmem. Romanların içine girmeyi, kahramanlarla tanışmayı, onları anlamayı ve en önemlisi, inanmayı seviyorum, işte o zaman bir romanı okumaktan haz alıyorum.
Zorba romanının, ana kahramanı, altmış beş yaşlarında olan Aleksi Zorba, bana çok zorlanmış bir karakter geldi, hiç inandırıcı değildi. Yazar, hayatın anlamını sorgulayarak, kendi felsefesini ortaya koyarak , bir ihtiyar bilge yaratmaya çalışmış, ancak ben inanamadım...
Kitap beylik sözlerle dolu, okunması oldukça kolay, ancak nedense bu sefer bu sözleri okumaktan sıkıldım… Bir romanda, güzel sözler okumak hoşuma gider, hatta onları alıntılarım, not ederim, romanın kurgusu içinde örülmüş bu sözlerle karşılaşmayı severim, ancak sözler hikayede yaşanan olayları desteklemiş olması gerekir.

Nikos Kazancakis, beylik sözlerinden oluşan bir roman yazmış adeta,misal her sayfada aşağıda verdiğim örnekler bulunur;
" Aşk, belki yeryüzündeki en kuvvetli sevinçtir"
 
" Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktadır"

" Bu dünyanın birçok zevkleri vardır; Kadınlar, meyveler ve düşünceler." Bir erkek bakış açısıyla…Yazar, kadınları “dişi domuzlar", “ paraya tapan şeytanlar” ve erkeklerin zevki için yaratılmış olmalarını o kadar yoğun anlatmış ki, midem bulandı zaman zaman.

"İnsan olmak özgürlük demektir"

" Ben ölünce hepsi ölür."

" Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamızabaktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız."

" Sanat, gerçekte bir büyü oyunudur. İçimizde pusuya yatmış, karanlık güçler oturmaktadır;öldürmek, yıkmak, öç almak, saldırmak için her zalimce davranışımızda, sanat tatlı flütüyle gelip bizi kurtarıyor"

" Namussuz kadınların müthişbir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin, hangisinin ise nefret ettiğinin, hemen kokusunu aldıklarını söylemek istiyorum"

ZORBA’nın son sayfayı kapattıktan sonra, aklıma, Ömer Hayyam'ın bir rubayesini düştü;
hayyam! eğerşaraptan mest olmuş isen mutlu ol.
bir ay yüzlü ile oturmuş isen mutlu ol.
madem ki dünya işinin sonu yokluktur.
farz et ki yoksun ama madem varsın mutlu ol.
Kazancakis'in romanın özeti bu dörtlükten ibaret, bana kalırsa.

Adaçayı, nane, günnük ve kekik kokan Girit adası fonunda bu dörtlüğün felsefesini, işlemeye çalışmış bir roman.

Romanda, ben en çok Girit adasını sevdim.

 

1 Şubat 2013 Cuma

UZLAŞMA - ELİA KAZAN

20 Ocak 2013 Pazar


UZLAŞMA - ELİA KAZAN



UZLAŞMA romanını, Ekim 2012 okumaya başladım ve 13 Ocak 2013 tarihinde devrettim. Romanın künyesini okumasitesi.com görmüştüm, merak etmiş ve edinmiştim.

Okumam oldukça uzun sürdü, oysa roman için tek sözcük söylemem gerekiyorsa, hafif, derdim. Hafif derken, gayet anlaşılır, sade, abartısız kastım. Roman bence eğlenceli ve çok iyi yazılmış. Tercümesine gelince, eh, çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim.

Romanı okumaya başlamadan önce, pek çok kez yaptığım gibi, Yazar hakkında biraz bilgi edindim. Elia Kazan ismini, başarılı film yönetmeni olarak duymuştum, fakat hayatı hakkında bilgi sahibi değildim. Nette ilginç bilgilere rastladım ve onlardan küçük kısmını burada paylaşıyorum;


Elia Kazan (7 Eylül 1909, İstanbul - 28 Eylül 2003, New York), Rum asıllı ABD'li yönetmen ve yazar. Özellikle Tennessee Williams ve Arthur Miller'ın oyunlarını sahneleyerek tiyatroda büyük başarı kazanmış, etkileyici filmleriyle sinema sanatının ustaları arasına girmiştir.
Dört yaşındayken ailesiyle birlikte ABD'ye göç etti. New York kenti'nde ve New York eyaletindeki New Rochelle'de büyüdü. Massachusetts'te Williams College'a gitti ve yükseköğrenimini burada tamamladı. Yale Üniversitesi'nde tiyatro öğrenimi gördü. 1932'de oyuncu olarak katıldığı New York kenti'ndeki ünlü Group Theatre'da 1939'a değin etkinlik gösterdi.
Kazan ilk oyununu 1934'te New York kentinde sahneledi. 1940'larda yönettiği oyunlarla ülke çapında üne kavuştu ve Broadway'in en iyi yönetmenleri arasına girdi. 1952'de Amerika'ya Karşı Etkinlikler Komitesi'nce (HUAC) sorgulanan Kazan, buradaki ifadesinden ötürü ağır eleştirilere uğradı. 1960'ların ortalarında tiyatrodan uzaklaşmaya başladı; sinemayı da ikinci plana burakarak yazarlığa ağırlık verdi. 1999 yılında 71. Akademi Ödüllerinde Yaşamboyu Onur Ödülü'nü, HUAC sorgusu nedeniyle protestolar arasında aldı.
1970'lerden itibaren Türkiye'yi sık sık ziyaret eden Kazan, 1988'de 7. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde seçici kurul başkanlığı yaptı. Zülfü Livaneli'nin Sis filminde küçük bir rol aldı (1989)
Bazan kendime sorduğum, fakat cevaplayamadığım sorular vardır. Mesela; insanlık bakımından eleştirilen davranışlar, parlak bir yönetmenin/ yazarın yapıtlarına nasıl yansır? Yazarlar ( politikacılar, sanatçılar ve isim yapmış kişiler ) özel hayatlarında istediği gibi davranmakta özgürler mi ? Eserleri, onları yaratanların, gerçek yaşantılardan ayrı mı değerlendirmeli ?
Elia Kazan hakkında okuduklarım ilginçti. Özellikle 1952 yılında, soruşturulması sırasındaki ifadesinde, komünist partisine üye ve ya partiyi destekleyen 11 meslektaşının ismini ele verdiği bilgisi geçiyor.Bu soruşturmada, Kazan sessiz kalırsa, ABD'den sınır dışı edilmekle tehdit edilmiş. Önünde iki yol; birisinde, susarak başarılı kariyerini sonlandırmak ve ülkeyi onurlu bir adam olarak terk etmek, ikinci yol ise istenen isimleri ele vermek ve kariyerine ABD'de devam etmek. Tabii, yabancı basından okuduklarım ve anladıklarım bu yöndeydi. İtiraf etmeliyim ki Elia Kazan, Yazar olarak ilgimi çekti ve her şeye rağmen başarılı buldum. Doğru muyum bilmiyorum, en azından hiç kimseyi yargılamaya hakkım olmadığını düşünüyorum.
Kitapta okuduğumda (sanıyorum roman pek çok biyografik bilgiler içeriyor) Elia Kazan göçmen geçmişi kimliğinden sıyrılamamış . 1952 yılındaki ifadesinde, bu zayıflık anında, belirleyici rol, azınlık olmanın verdiği ezici ruh halinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Benim fikrim tabii ki... Azınlık olmanın, insanın kendisini ispat etmenin ne olduğunu, yaşamayan bilemez...
UZLAŞMA romanının orijinal ismi THE ARRANGİMENT. Elia Kazan romanına, Düzenleme, ismini vermiş... Roman isimleri, tercüme edilirken, neden çarpıtılıyor anlamış değilim.Düzenlemek, ayarlamak, en iyi uyumu yakalamak başka bir şey, uzlaşmak, başka bir şey...Bence, roman bir uzlaşmayı değil (çünkü özünde uzlaşma gerktiğinde ödün vermeyi, kabullenmeyi de içeriyor) tam bir başkaldırıyı anlatıyor. Uzlaşma, aslında pek çok insanın kabullendiği hayat için söylenebilecek bir durumdur, ama Eddie için bu durum geçerli değildir.
Eddie kim mi ? Romanın kahramanı ve Amerika’ya , Türkiye'den göç eden Yunan asıllı bir ailenin, büyük oğlu. Baba, Kayseri doğumlu ve halı ticareti ile uğraşıyor, hayat felsefesi , " Paran yoksa, beynin de yok". Roman, baba ve oğlu arasındaki ilişkiye yer veriyor. Yaşanmışlıklar, pişmanlıklar, oğuldan babaya yazılan mektuplar…Erkekler, babalarına kendilerini ispat etme çabasında olurlar mı ? sorusunu sordum kendime.
Eddie, tipik bir Anadolu ailesinde büyümüş, otoriter baba ve susmayı öğrenmiş bir anne. Kitapta bu aileyi okurken , hiç yabancı olmayan kareler geldi gözlerimin önünde. Baba, Amerika’da aradığı mutluluğu bulamıyor, doğduğu ve yetiştiği yerleri hiç unutamıyor, ölmeden önce son arzusu ; “ Simetrik, büyük dorukları, karlı, temiz, görkemli kusursuz Erciyes dağını” görmektir. Oğlu, babasının son arzusunu yerine getiremiyor…Elia Kazan, kendisini mi anlatmıştı ? Bu vicdan azabıyla mı Türkiye’yi sık sık ziyaret etmiş ? Bilemiyorum tabii, sadece şu an aklımdan böyle bir düşünce geçti. İtiraf ediyorum ki romanda, Erciyes dağını okumak hoşuma gitti.

Eddie, 43. yaşında, kariyer sahibi , reklam sektöründe çalışıyor ve ciddi paralar kazanıyor, lüks bir semte (Beverly Hills ) havuzlu villada yaşıyor. Öğrencilik yıllarında tanıştığı, zengin, zarif ve soylu Florance adında , hoş bir kadınla yirmi yıllık evli. Evlat edindikleri bir kız çocukları var. Çevrelerinde örnek bir çift olarak anılıyorlar.Ne yazık ki Eddie mutsuz…
Uzlaşma, erkek bir roman ve bir adamın kurtuluş arayışını anlatıyor… Eddie şöyle özetliyor kendisini;
Günahım kendime karşı. Kendime hainlik ettim ben.Hayatımın başında yola çıktığım zaman olmamaya kesin karar verdiğim her şey oldum.Kendimi yitirdim.Ölmeden önce ufacık bir iyi iş görmek istiyorum, yaptığım için kendime gerçekten hayranlık duyabileceğim ufak bir şey, benim olan, ben olan bir şey.”

Okumam uzun sürmesine rağmen ben bu romanı sevdim. Eddie karakterini çok içten ve riyasız buldum, kurgulanmış değil, gerçek birisiydi sanki…Elia Kazan, insanları çok iyi tanımış ve gözlemci yeteneğini bu romanda kusursuz şekilde sergilemiş.


Romandan ben ne anladım, insanın hayatında, karşılıklı aşk olmayınca pek çok şey anlamını yitiriyor; kariyer, maddi zenginlik, sosyal statü…Ama sahte olmayan ve çıkarsız aşktan söz ediyorum…Zaten, tarafların herhangi birinde çıkar varsa, aşk sadece sözde kalmış oluyor, Florance’nin sahte “aşkı” gibi …
Eddie, kendine kafa tutuyor ve cesur bir seçim yapıyor, öğrenmek isteyenler bu romanı okumalı…

ŞEKER PORTAKALI - Jose Mauro de Vasconcelos

18 Ocak 2013 Cuma







ŞEKER PORTAKALI romanını 2000 veya 2001 yıllarında okuduğumu sanıyorum. O dönem, okuduğum kitaplar hakkında notlar almıyordum, çünkü Türkçe yazmakta zorlanıyordum. Eğitimimi Türkçe görmediğim için, imlâkonusunda kendimi hayli yetersiz buluyordum.

Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra ( 29 Eylül 1989 ), uzun süre kitap okuyamamıştım, dile hakim olamayınca, okuma çabalarım sonuçsuz kalmıştı.

Kitaplardan hiç vazgeçmedim yine de, okuyamasam da, kitap satın almaya devam ettim…Bir gün tekrar Türkçe okumayı başlayacağımı biliyordum, çünkü bunu çok istiyordum ve inanıyorum ki, arzu, konu ne olursa olsun, güçlü olunca, ona karşı konulamaz.

ŞEKER PORTAKALI romanın, bendeki yeri çok çok özeldir, çünkü kitaplara karşı aşkımı, yeniden alevlendiren roman oldu. Bir solukta okumuştum ve çok etkilenmiştim…

Romanı aklıma düşüren büyük oğlum oldu. 2 Ocak 2013 tarihinde, ülkemizde kitapla ilgili çıkan haberleri okumuş ve konuyu trajikomik vaka olarak benimle paylaştı. Oğlum, ŞEKER PORTAKALI’nı orta okulda okumuştu , okumasını ben önermiştim ve romana vakıftı. HattaYazarın diğer romanlarından da okumuştu.

19. yaşında olan oğlumun konu ile ilgili duyarlılığı çok hoşuma gitti. Oğlum, ŞEKER PORTAKALI ile ilgili, yazmış olduğum antoloji. com sitesindeki yorumumu okuduğunu söyleyince kanatlandığımı hissettim;
http://uyeler.antoloji.com/arctasarim-arctasarim/kitaplar-hakkinda-yazdiklari/sayfa-6/


Heyecanla, yıllar önce romanla ilgili yazdıklarımı ben de okudum, tebessümlerim hiç eksik olmadı. İnsan kendi yazdıkları dahi olsa, yıllar sonra okuduğunda, sanki başka birisi yazmış gibi hissediyor. Tuhaf bir duygu.Mutlu oldum, küçücük bir mutluluk yaşattı bana yıllar önce yazdıklarım.


Türkçe yazmakta zorlandığımdan söz ettim ilk paragrafta. Evet bu bir gerçek,ama insan bir şeyi çok isteyince, Allah yardım ediyor, karşısına ihtiyacı olanı çıkarıyor . Buradan, Türkçe yazma konusunda, bana yardımcı olan herkese ve özellikle bir kişiye gönülden teşekkür ediyorum.


Bu sayfamı çok seviyorum. Kendimi burada, daha kendimle baş başa , daha yalnız ve daha özgür hissediyorum sanki…

Antoloji.com sitesinde yıllar önce yazmış olduklarımı, büyük çoğunluğunu bu sayfama da alıntılamak istiyorum.

Bu gün için hâlâ Şeker Portakalı romanı, çocuk romanı olmadığını düşünüyorum. Evet, romanın ana kahramanı küçük bir çocuk, ama bence kitabı büyükler okumalı ki, çocukların ruhunu ve onların dünyasını daha iyi anlayabilmeli.


ŞEKER PORTAKALI, romanın kahramanı, fakir ve kalabalık ailenin çocuğu olan küçük Zeze’nin, çok büyük hayali var, bir Noel hediyesi alabilmek;

Ya ölürsem? … Bu yıl Noel armağanı almadan ölmüş olurum.” düşünüyor romanın küçük kahramanı.Bunun gerçekleşmemsi için, kardeşi ile birlikte, verdiği küçük savaşı ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklığını ben hiç unutamadım. Evinden uzak bir meydanda, birilerinin yoksul çocuklara oyuncaklar dağıtılacağını duymuş olana Zeze o meydana ulaşmak için verdiği mücadele, yüreklerimi burkmuştu. Tabii geç kalıyor…Kendisi zaten küçük bir de bakmakla yükümlü olan kardeşi var yanında, dolayısıyla o meydana zamanında ulaşamıyorlar…

Zeze umudunu yitirmiyor yine de, gece yatmadan önce, lastik pabuçlarını kapının önüne bırakıyor ve; “ Kim bilir, belki bir mucize olur da içleri armağanla dolar. Bir armağan almayı o kadar isterdim ki. Bir tek armağan. Ama yeni olsun. Benim olsun yalnızca…
Sabah uyanınca ilk işi pabuçlarına bakmak oluyor.Bomboş olduklarını görüyor...
Öyle üzgündüm ki, o kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım ki, o an ölmeyi istedim. Ve gözyaşlarım acınacak bir biçimde akmaya başladı

Zeze sadece beş yaşında küçücük bir insan.

Kitabın sonunda ise o küçücük kalbin duyduğu acı, beni gerçekten çok derinden sarsmıştı. Sevmediğimiz, ama bir şekilde yakınımızda olaninsanları, kalbimizde nasıl gömebileceğimizi Zeze' den öğrendim ben.

Yıllar yıllar önce, henüz ben de azınlık olarak yaşadığım ülkede, Ernest Hemingway’in bir yazısında okumuştum; Eğer bir ülke hakkında bilgi edinmek istiyorsan ve o ülke hakkında doğruları öğrenmek istiyorsan o zaman, ülkede çocukların, yaşlıların ve azınlıkların hayatını incelemelisin.”

Çocuklar, azınlıklar ve yaşlılar, toplumun en hassas bireyleri çünkü.



Jose Mauro de Vasconcelos bu romanı ile, büyüklere, çocuk dünyasının kapısını aralamıştır.

FARELER VE İNSANLAR - JOHN STEINBECK

16 Ocak 2013 Çarşamba




John Steinbeck, Bulgaristan'da görmüş olduğum öğreniminde, okunması zorunlu olan yazarlar arasında değildi.Okunması zorunlu olmayınca, kitaplarını, okuma sırası da gelmemişti henüz.
John Stenback ismini duymuştum tabii ve bir Nobel ödüllü Yazar olarak, hiç olmazsa bir eserini okumak istediğimi biliyorum.

Okumak için bir kıvılcım gerekti ve bu kıvılcım oğlumun bir sorusuyla geldi ; Anne, Fareler ve İnsanları okudun mu ? Kitaplarımızın arasında var mı ?
Şaşkınlıkla bu soru ner'den çıktığını merak ettim. Bu sefer oğlum hayret etti;
Anne sen haberleri dinlemiyor musun! Çok ayıp!
Oğlum, Şeker Portakalı ve Fareler ve İnsanlar romanları hakkında, çıkan haberleri konusunda, beni aydınlattı.

Bu vesileyle Fareler ve İnsanlar kitabını edindim ve kısa sürede devrettim. Küçücük bir novella zaten, topu topu 104 sayfa.

Okuduğum kitap, 1991 yılında basılmış, Varlık Yayınevi ,Çevirmen Yaşar Nabi Nayır. Yabancı kitapları, Türkçeye çevirenleri merak ediyorum. En doğru tercümeleri okumak istiyorum. Özellikle hoşuma giden çeviriler olursa, mutlaka, çevirmenleri hakkında biraz daha fazla bilgi edinmeye çalışırım.Yaşar
Nabi Nayır, Varlık Yayınevi'ni kuran edebiyatçı olduğunu netten öğrendim.
Yazın yaşamını okurken, Fareler ve İnsanlar novellasını tercüme ettiğine dair not görememem ilgimi çekti.
Daha sonra, novellanın vikipedisinde, daha da ilginç bir not okudum ; Fareler ve İnsanlar 1951, Varlık Yayınları.
Çeviri: Muzaffer Reşit 1953 (2. Baskı), 1955 (3. Baskı), 1958 (4. Basım), 1959 (5. Baskı), 1962 (6. Baskı), 1965, 1967, 1972, 1982, 1995
1982'den sonraki baskılarda çevirmen: Yaşar Nabi Nayır olarak yazılmıştır.
Velhasılıkelam, devrettiğim, Fareler ve İnsanlar romanını kimin tercüme ettiğini anlayamadım. Her şeye rağmen, güzel bir tercüme olduğunu yazamadan geçemiyorum.
Bu uzun girizgahtan sonra , Fareler ve İnsanlar novellasının, bana hissettirdiklerini kaleme almaya çalışıyorum.
Klasikler hakkında yazmayı her seferinde zorlanmışımdır, adı üstünde klasik. Kitap ilk kez 1937 yılında yayımlanmış ve 76. yıldır, dünyada hâlâ ilgiyle okunabiliyor.
Kitabın, Türkiye'de son günlerde yarattığı tartışmalara girmek istemiyorum.

Bu kitap neden klasikler arasında yer aldığını, kendimce cevaplamaya çalıştım.


Yazar, insanları ve toplumu oldukça sade bir dille anlatabilmiş. Zamanın, değerlerini, ön yargılarını özürlülere yaklaşımı, ırkçılığı anlatmaya çalışmış.

Bana göre, pek çok konuyu, bu küçücük kitaba sığdırabilmiş;dostluk,ırkçılık, ayrımcılık, cehalet,önyargı, umutlar, gerilim, nefret, cinsiyetçilik, aksiyon...

Fareler ve İnsanlar romanı, iki ana kahramanı George ve Lennie arasındaki dostluğu ve ortak rüyası üzerine kurulmuştur.
Bu iki adam çok çok farklı, fakat yoksul ve yalnız insanlarla dolu bu dünyada birbirlerine dayanak olmuşlardır.
Dostluk aslında ne kadar ileri gidebilir? Ben bu sorunun cevabını bulmaya çalıştım kitabı okurken.
Bir soru daha sordum kendime ; Gerçek dostluklar var mı ?
Oğlum henüz 18 yaşındayken ( şu an 19 yaşında ) gerçek dostluklar olmadığına karar vermiş ve benimle bu düşüncesini paylaşmıştı. Çıkar ilişkiler var sadece, demişti bana...İçim cız etmişti bu sözler karşısında. Oğlumun yanıldığını, gerçek dostlukların var olduğunu, söylemek istedim...Fakat baktım ki hayatımda örneğini vereceğim bir dostum yok...Ailemin dışında ,bir dostum, benim bu kavrama kattığım değerdeki dostum, olmadığımdan söz ediyorum.

İnsan sosyal bir varlıktır ve toplum içinde yaşar, pek çok arkadaşı olur, ama ben öylesine arkadaşlıklardan söz etmiyorum.
Gayet tabii ki, dostluklar tek taraflı olmaz ve belki bende iyi dost olabilme yetisi yoktur. Bilmiyorum.
Bir bakıma, Fareler ve İnsanlar umutsuz bir romandır. Kitap, iki insanın, iki dostun küçük ve harika rüyasını konu ediyor ve sonra rüyayı ulaşılamaz kılıyor.
Yine de, rüya gerçek olamasa bile, Steinbeck iyimser bir mesaj veriyor, ben öyle hissettim. George ve Lennie hayallerini gerçekleştirmeseler bile, onların dostlukları, insan yabancılaşmasının, parlayan bir örneği. Belki de Steinbeck, böylesine, ölümüne, bir dostluğa özlem duymuştu...Kim bilir ?
Fareler ve insanlar, roman ismini, Robert Burns şiirinden aldığınıöğrendim. "En iyi planları, farelerin ve insanların, sıkça ters gider..." Hep merak etmişimdir, neden Yazar romanınaböyle isim vermiş diye…Öğrendim.

Bu novellayı okurken, bir şeyi daha merak ettim...Neden Lennie böyle bir karakter ? Saf, çocuksu ve eksik, rol yapmayı beceremeyen, olduğu gibi...

Ancak böyle birisiyle mi gerçek dostluk kurulabilir? Rol yapamayan birisiyle…Bana kalırsa, hayatta pek çok "dost", sadece dost gibi görünür, iyi oynanmış roller var gerçekte.Ya da bana öyle geliyor...
Fareler ve İnsanlar romanı, çok güzel doğa manzarası anlatarak başlıyor, okurken bayıldım. Bu küçücük romanı, ilk satırlarıyla birlikte, tamamını keyif alarak okudum. Zaman zaman tebessüm ettim, zaman zaman iki dostun hayallerine daldım…

Neden bilmiyorum, konu olarak hiç benzemiyor, ama , Fareler ve İnsanlar, bana, HARAÇ – Füruzan kısa romanını hatırlattı.

Hüzünlü hikayeler, okurun hafızasında, daha kalıcı yer edindikleri bir gerçek…