9 Şubat 2013 Cumartesi

ZORBA - NİKOS KAZANCAKİS


                                                                   


  
" Okuyorum biteviye…” bu sözler çıkıverdi dimağımdan , ZORBA romanını okurken. Bir yerlerde okumuş ve aklımda kalıvermişlerdi… Biteviye, sözcüğünü daha önce hiç duymamıştım, fakat hoşuma gittiği için, yeni olduğundan belki, unutamamışım.Hem yeni sözcükler keşfetmeye bayılırım…
” Okuyorum biteviye…” Bu cümleyi şöyle yorumlamıştım; okumaktan zevk almıyorum, fakat , yarım bırakmak istemediğim için, kitabı, hikayeyi, metni vs. bir an önce bitsin diye okuyorum.
Biteviye, bitirmekle, nihayetlendirmekle bağlantılı bir söz olduğunu sanmıştım.
ZORBA romanını, okumaktan keyif alamadım, yarım kalmasını istemediğim için devrettim. Biteviye okudum…Biteviye, sözünü ilk kez kullanıyorum ve hiç lügata bakmadığımı frak ettim. Sözcüğün gerçek anlamını öğrenince, güldüm, bazen, tanımadığım sözcüklere, kendim, mana uydurduğum oluyor. Velhasılıkelam, biteviye - tekdüze, monoton, sıradan, anlamına geldiğini öğrendim.
Biteviye sözcüğü, ZORBA romanının okuma serüvenimin tam olarak karşılığı oldu. Roman uzun zamandır okuma listemde yer alıyordu, hakkında pek çok methiyeler duymuş ve okumuştum, fakat ne yazık ki ben kitabı okumaktan keyif alamadım, hiç heyecan duymadım.
Bir roman beni ne zaman heyecanlandırır? Romanı elime almak için sabırsızlandığımda, gelişen olayları merak ettiğimde …
Romanlar, bana göre tabii ki, ya çok güzel, gerçeğe yakın kurgulanmalı, ya da hakikaten yaşanmış olayları anlatmalı…Kandırılmayı sevmem. Romanların içine girmeyi, kahramanlarla tanışmayı, onları anlamayı ve en önemlisi, inanmayı seviyorum, işte o zaman bir romanı okumaktan haz alıyorum.
Zorba romanının, ana kahramanı, altmış beş yaşlarında olan Aleksi Zorba, bana çok zorlanmış bir karakter geldi, hiç inandırıcı değildi. Yazar, hayatın anlamını sorgulayarak, kendi felsefesini ortaya koyarak , bir ihtiyar bilge yaratmaya çalışmış, ancak ben inanamadım...
Kitap beylik sözlerle dolu, okunması oldukça kolay, ancak nedense bu sefer bu sözleri okumaktan sıkıldım… Bir romanda, güzel sözler okumak hoşuma gider, hatta onları alıntılarım, not ederim, romanın kurgusu içinde örülmüş bu sözlerle karşılaşmayı severim, ancak sözler hikayede yaşanan olayları desteklemiş olması gerekir.

Nikos Kazancakis, beylik sözlerinden oluşan bir roman yazmış adeta,misal her sayfada aşağıda verdiğim örnekler bulunur;
" Aşk, belki yeryüzündeki en kuvvetli sevinçtir"
 
" Kendini kurtarmanın tek yolu başkalarını kurtarmak için çabalamaktadır"

" Bu dünyanın birçok zevkleri vardır; Kadınlar, meyveler ve düşünceler." Bir erkek bakış açısıyla…Yazar, kadınları “dişi domuzlar", “ paraya tapan şeytanlar” ve erkeklerin zevki için yaratılmış olmalarını o kadar yoğun anlatmış ki, midem bulandı zaman zaman.

"İnsan olmak özgürlük demektir"

" Ben ölünce hepsi ölür."

" Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamızabaktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız."

" Sanat, gerçekte bir büyü oyunudur. İçimizde pusuya yatmış, karanlık güçler oturmaktadır;öldürmek, yıkmak, öç almak, saldırmak için her zalimce davranışımızda, sanat tatlı flütüyle gelip bizi kurtarıyor"

" Namussuz kadınların müthişbir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin, hangisinin ise nefret ettiğinin, hemen kokusunu aldıklarını söylemek istiyorum"

ZORBA’nın son sayfayı kapattıktan sonra, aklıma, Ömer Hayyam'ın bir rubayesini düştü;
hayyam! eğerşaraptan mest olmuş isen mutlu ol.
bir ay yüzlü ile oturmuş isen mutlu ol.
madem ki dünya işinin sonu yokluktur.
farz et ki yoksun ama madem varsın mutlu ol.
Kazancakis'in romanın özeti bu dörtlükten ibaret, bana kalırsa.

Adaçayı, nane, günnük ve kekik kokan Girit adası fonunda bu dörtlüğün felsefesini, işlemeye çalışmış bir roman.

Romanda, ben en çok Girit adasını sevdim.

 

1 Şubat 2013 Cuma

UZLAŞMA - ELİA KAZAN

20 Ocak 2013 Pazar


UZLAŞMA - ELİA KAZAN



UZLAŞMA romanını, Ekim 2012 okumaya başladım ve 13 Ocak 2013 tarihinde devrettim. Romanın künyesini okumasitesi.com görmüştüm, merak etmiş ve edinmiştim.

Okumam oldukça uzun sürdü, oysa roman için tek sözcük söylemem gerekiyorsa, hafif, derdim. Hafif derken, gayet anlaşılır, sade, abartısız kastım. Roman bence eğlenceli ve çok iyi yazılmış. Tercümesine gelince, eh, çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim.

Romanı okumaya başlamadan önce, pek çok kez yaptığım gibi, Yazar hakkında biraz bilgi edindim. Elia Kazan ismini, başarılı film yönetmeni olarak duymuştum, fakat hayatı hakkında bilgi sahibi değildim. Nette ilginç bilgilere rastladım ve onlardan küçük kısmını burada paylaşıyorum;


Elia Kazan (7 Eylül 1909, İstanbul - 28 Eylül 2003, New York), Rum asıllı ABD'li yönetmen ve yazar. Özellikle Tennessee Williams ve Arthur Miller'ın oyunlarını sahneleyerek tiyatroda büyük başarı kazanmış, etkileyici filmleriyle sinema sanatının ustaları arasına girmiştir.
Dört yaşındayken ailesiyle birlikte ABD'ye göç etti. New York kenti'nde ve New York eyaletindeki New Rochelle'de büyüdü. Massachusetts'te Williams College'a gitti ve yükseköğrenimini burada tamamladı. Yale Üniversitesi'nde tiyatro öğrenimi gördü. 1932'de oyuncu olarak katıldığı New York kenti'ndeki ünlü Group Theatre'da 1939'a değin etkinlik gösterdi.
Kazan ilk oyununu 1934'te New York kentinde sahneledi. 1940'larda yönettiği oyunlarla ülke çapında üne kavuştu ve Broadway'in en iyi yönetmenleri arasına girdi. 1952'de Amerika'ya Karşı Etkinlikler Komitesi'nce (HUAC) sorgulanan Kazan, buradaki ifadesinden ötürü ağır eleştirilere uğradı. 1960'ların ortalarında tiyatrodan uzaklaşmaya başladı; sinemayı da ikinci plana burakarak yazarlığa ağırlık verdi. 1999 yılında 71. Akademi Ödüllerinde Yaşamboyu Onur Ödülü'nü, HUAC sorgusu nedeniyle protestolar arasında aldı.
1970'lerden itibaren Türkiye'yi sık sık ziyaret eden Kazan, 1988'de 7. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde seçici kurul başkanlığı yaptı. Zülfü Livaneli'nin Sis filminde küçük bir rol aldı (1989)
Bazan kendime sorduğum, fakat cevaplayamadığım sorular vardır. Mesela; insanlık bakımından eleştirilen davranışlar, parlak bir yönetmenin/ yazarın yapıtlarına nasıl yansır? Yazarlar ( politikacılar, sanatçılar ve isim yapmış kişiler ) özel hayatlarında istediği gibi davranmakta özgürler mi ? Eserleri, onları yaratanların, gerçek yaşantılardan ayrı mı değerlendirmeli ?
Elia Kazan hakkında okuduklarım ilginçti. Özellikle 1952 yılında, soruşturulması sırasındaki ifadesinde, komünist partisine üye ve ya partiyi destekleyen 11 meslektaşının ismini ele verdiği bilgisi geçiyor.Bu soruşturmada, Kazan sessiz kalırsa, ABD'den sınır dışı edilmekle tehdit edilmiş. Önünde iki yol; birisinde, susarak başarılı kariyerini sonlandırmak ve ülkeyi onurlu bir adam olarak terk etmek, ikinci yol ise istenen isimleri ele vermek ve kariyerine ABD'de devam etmek. Tabii, yabancı basından okuduklarım ve anladıklarım bu yöndeydi. İtiraf etmeliyim ki Elia Kazan, Yazar olarak ilgimi çekti ve her şeye rağmen başarılı buldum. Doğru muyum bilmiyorum, en azından hiç kimseyi yargılamaya hakkım olmadığını düşünüyorum.
Kitapta okuduğumda (sanıyorum roman pek çok biyografik bilgiler içeriyor) Elia Kazan göçmen geçmişi kimliğinden sıyrılamamış . 1952 yılındaki ifadesinde, bu zayıflık anında, belirleyici rol, azınlık olmanın verdiği ezici ruh halinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Benim fikrim tabii ki... Azınlık olmanın, insanın kendisini ispat etmenin ne olduğunu, yaşamayan bilemez...
UZLAŞMA romanının orijinal ismi THE ARRANGİMENT. Elia Kazan romanına, Düzenleme, ismini vermiş... Roman isimleri, tercüme edilirken, neden çarpıtılıyor anlamış değilim.Düzenlemek, ayarlamak, en iyi uyumu yakalamak başka bir şey, uzlaşmak, başka bir şey...Bence, roman bir uzlaşmayı değil (çünkü özünde uzlaşma gerktiğinde ödün vermeyi, kabullenmeyi de içeriyor) tam bir başkaldırıyı anlatıyor. Uzlaşma, aslında pek çok insanın kabullendiği hayat için söylenebilecek bir durumdur, ama Eddie için bu durum geçerli değildir.
Eddie kim mi ? Romanın kahramanı ve Amerika’ya , Türkiye'den göç eden Yunan asıllı bir ailenin, büyük oğlu. Baba, Kayseri doğumlu ve halı ticareti ile uğraşıyor, hayat felsefesi , " Paran yoksa, beynin de yok". Roman, baba ve oğlu arasındaki ilişkiye yer veriyor. Yaşanmışlıklar, pişmanlıklar, oğuldan babaya yazılan mektuplar…Erkekler, babalarına kendilerini ispat etme çabasında olurlar mı ? sorusunu sordum kendime.
Eddie, tipik bir Anadolu ailesinde büyümüş, otoriter baba ve susmayı öğrenmiş bir anne. Kitapta bu aileyi okurken , hiç yabancı olmayan kareler geldi gözlerimin önünde. Baba, Amerika’da aradığı mutluluğu bulamıyor, doğduğu ve yetiştiği yerleri hiç unutamıyor, ölmeden önce son arzusu ; “ Simetrik, büyük dorukları, karlı, temiz, görkemli kusursuz Erciyes dağını” görmektir. Oğlu, babasının son arzusunu yerine getiremiyor…Elia Kazan, kendisini mi anlatmıştı ? Bu vicdan azabıyla mı Türkiye’yi sık sık ziyaret etmiş ? Bilemiyorum tabii, sadece şu an aklımdan böyle bir düşünce geçti. İtiraf ediyorum ki romanda, Erciyes dağını okumak hoşuma gitti.

Eddie, 43. yaşında, kariyer sahibi , reklam sektöründe çalışıyor ve ciddi paralar kazanıyor, lüks bir semte (Beverly Hills ) havuzlu villada yaşıyor. Öğrencilik yıllarında tanıştığı, zengin, zarif ve soylu Florance adında , hoş bir kadınla yirmi yıllık evli. Evlat edindikleri bir kız çocukları var. Çevrelerinde örnek bir çift olarak anılıyorlar.Ne yazık ki Eddie mutsuz…
Uzlaşma, erkek bir roman ve bir adamın kurtuluş arayışını anlatıyor… Eddie şöyle özetliyor kendisini;
Günahım kendime karşı. Kendime hainlik ettim ben.Hayatımın başında yola çıktığım zaman olmamaya kesin karar verdiğim her şey oldum.Kendimi yitirdim.Ölmeden önce ufacık bir iyi iş görmek istiyorum, yaptığım için kendime gerçekten hayranlık duyabileceğim ufak bir şey, benim olan, ben olan bir şey.”

Okumam uzun sürmesine rağmen ben bu romanı sevdim. Eddie karakterini çok içten ve riyasız buldum, kurgulanmış değil, gerçek birisiydi sanki…Elia Kazan, insanları çok iyi tanımış ve gözlemci yeteneğini bu romanda kusursuz şekilde sergilemiş.


Romandan ben ne anladım, insanın hayatında, karşılıklı aşk olmayınca pek çok şey anlamını yitiriyor; kariyer, maddi zenginlik, sosyal statü…Ama sahte olmayan ve çıkarsız aşktan söz ediyorum…Zaten, tarafların herhangi birinde çıkar varsa, aşk sadece sözde kalmış oluyor, Florance’nin sahte “aşkı” gibi …
Eddie, kendine kafa tutuyor ve cesur bir seçim yapıyor, öğrenmek isteyenler bu romanı okumalı…

ŞEKER PORTAKALI - Jose Mauro de Vasconcelos

18 Ocak 2013 Cuma







ŞEKER PORTAKALI romanını 2000 veya 2001 yıllarında okuduğumu sanıyorum. O dönem, okuduğum kitaplar hakkında notlar almıyordum, çünkü Türkçe yazmakta zorlanıyordum. Eğitimimi Türkçe görmediğim için, imlâkonusunda kendimi hayli yetersiz buluyordum.

Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra ( 29 Eylül 1989 ), uzun süre kitap okuyamamıştım, dile hakim olamayınca, okuma çabalarım sonuçsuz kalmıştı.

Kitaplardan hiç vazgeçmedim yine de, okuyamasam da, kitap satın almaya devam ettim…Bir gün tekrar Türkçe okumayı başlayacağımı biliyordum, çünkü bunu çok istiyordum ve inanıyorum ki, arzu, konu ne olursa olsun, güçlü olunca, ona karşı konulamaz.

ŞEKER PORTAKALI romanın, bendeki yeri çok çok özeldir, çünkü kitaplara karşı aşkımı, yeniden alevlendiren roman oldu. Bir solukta okumuştum ve çok etkilenmiştim…

Romanı aklıma düşüren büyük oğlum oldu. 2 Ocak 2013 tarihinde, ülkemizde kitapla ilgili çıkan haberleri okumuş ve konuyu trajikomik vaka olarak benimle paylaştı. Oğlum, ŞEKER PORTAKALI’nı orta okulda okumuştu , okumasını ben önermiştim ve romana vakıftı. HattaYazarın diğer romanlarından da okumuştu.

19. yaşında olan oğlumun konu ile ilgili duyarlılığı çok hoşuma gitti. Oğlum, ŞEKER PORTAKALI ile ilgili, yazmış olduğum antoloji. com sitesindeki yorumumu okuduğunu söyleyince kanatlandığımı hissettim;
http://uyeler.antoloji.com/arctasarim-arctasarim/kitaplar-hakkinda-yazdiklari/sayfa-6/


Heyecanla, yıllar önce romanla ilgili yazdıklarımı ben de okudum, tebessümlerim hiç eksik olmadı. İnsan kendi yazdıkları dahi olsa, yıllar sonra okuduğunda, sanki başka birisi yazmış gibi hissediyor. Tuhaf bir duygu.Mutlu oldum, küçücük bir mutluluk yaşattı bana yıllar önce yazdıklarım.


Türkçe yazmakta zorlandığımdan söz ettim ilk paragrafta. Evet bu bir gerçek,ama insan bir şeyi çok isteyince, Allah yardım ediyor, karşısına ihtiyacı olanı çıkarıyor . Buradan, Türkçe yazma konusunda, bana yardımcı olan herkese ve özellikle bir kişiye gönülden teşekkür ediyorum.


Bu sayfamı çok seviyorum. Kendimi burada, daha kendimle baş başa , daha yalnız ve daha özgür hissediyorum sanki…

Antoloji.com sitesinde yıllar önce yazmış olduklarımı, büyük çoğunluğunu bu sayfama da alıntılamak istiyorum.

Bu gün için hâlâ Şeker Portakalı romanı, çocuk romanı olmadığını düşünüyorum. Evet, romanın ana kahramanı küçük bir çocuk, ama bence kitabı büyükler okumalı ki, çocukların ruhunu ve onların dünyasını daha iyi anlayabilmeli.


ŞEKER PORTAKALI, romanın kahramanı, fakir ve kalabalık ailenin çocuğu olan küçük Zeze’nin, çok büyük hayali var, bir Noel hediyesi alabilmek;

Ya ölürsem? … Bu yıl Noel armağanı almadan ölmüş olurum.” düşünüyor romanın küçük kahramanı.Bunun gerçekleşmemsi için, kardeşi ile birlikte, verdiği küçük savaşı ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklığını ben hiç unutamadım. Evinden uzak bir meydanda, birilerinin yoksul çocuklara oyuncaklar dağıtılacağını duymuş olana Zeze o meydana ulaşmak için verdiği mücadele, yüreklerimi burkmuştu. Tabii geç kalıyor…Kendisi zaten küçük bir de bakmakla yükümlü olan kardeşi var yanında, dolayısıyla o meydana zamanında ulaşamıyorlar…

Zeze umudunu yitirmiyor yine de, gece yatmadan önce, lastik pabuçlarını kapının önüne bırakıyor ve; “ Kim bilir, belki bir mucize olur da içleri armağanla dolar. Bir armağan almayı o kadar isterdim ki. Bir tek armağan. Ama yeni olsun. Benim olsun yalnızca…
Sabah uyanınca ilk işi pabuçlarına bakmak oluyor.Bomboş olduklarını görüyor...
Öyle üzgündüm ki, o kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım ki, o an ölmeyi istedim. Ve gözyaşlarım acınacak bir biçimde akmaya başladı

Zeze sadece beş yaşında küçücük bir insan.

Kitabın sonunda ise o küçücük kalbin duyduğu acı, beni gerçekten çok derinden sarsmıştı. Sevmediğimiz, ama bir şekilde yakınımızda olaninsanları, kalbimizde nasıl gömebileceğimizi Zeze' den öğrendim ben.

Yıllar yıllar önce, henüz ben de azınlık olarak yaşadığım ülkede, Ernest Hemingway’in bir yazısında okumuştum; Eğer bir ülke hakkında bilgi edinmek istiyorsan ve o ülke hakkında doğruları öğrenmek istiyorsan o zaman, ülkede çocukların, yaşlıların ve azınlıkların hayatını incelemelisin.”

Çocuklar, azınlıklar ve yaşlılar, toplumun en hassas bireyleri çünkü.



Jose Mauro de Vasconcelos bu romanı ile, büyüklere, çocuk dünyasının kapısını aralamıştır.

FARELER VE İNSANLAR - JOHN STEINBECK

16 Ocak 2013 Çarşamba




John Steinbeck, Bulgaristan'da görmüş olduğum öğreniminde, okunması zorunlu olan yazarlar arasında değildi.Okunması zorunlu olmayınca, kitaplarını, okuma sırası da gelmemişti henüz.
John Stenback ismini duymuştum tabii ve bir Nobel ödüllü Yazar olarak, hiç olmazsa bir eserini okumak istediğimi biliyorum.

Okumak için bir kıvılcım gerekti ve bu kıvılcım oğlumun bir sorusuyla geldi ; Anne, Fareler ve İnsanları okudun mu ? Kitaplarımızın arasında var mı ?
Şaşkınlıkla bu soru ner'den çıktığını merak ettim. Bu sefer oğlum hayret etti;
Anne sen haberleri dinlemiyor musun! Çok ayıp!
Oğlum, Şeker Portakalı ve Fareler ve İnsanlar romanları hakkında, çıkan haberleri konusunda, beni aydınlattı.

Bu vesileyle Fareler ve İnsanlar kitabını edindim ve kısa sürede devrettim. Küçücük bir novella zaten, topu topu 104 sayfa.

Okuduğum kitap, 1991 yılında basılmış, Varlık Yayınevi ,Çevirmen Yaşar Nabi Nayır. Yabancı kitapları, Türkçeye çevirenleri merak ediyorum. En doğru tercümeleri okumak istiyorum. Özellikle hoşuma giden çeviriler olursa, mutlaka, çevirmenleri hakkında biraz daha fazla bilgi edinmeye çalışırım.Yaşar
Nabi Nayır, Varlık Yayınevi'ni kuran edebiyatçı olduğunu netten öğrendim.
Yazın yaşamını okurken, Fareler ve İnsanlar novellasını tercüme ettiğine dair not görememem ilgimi çekti.
Daha sonra, novellanın vikipedisinde, daha da ilginç bir not okudum ; Fareler ve İnsanlar 1951, Varlık Yayınları.
Çeviri: Muzaffer Reşit 1953 (2. Baskı), 1955 (3. Baskı), 1958 (4. Basım), 1959 (5. Baskı), 1962 (6. Baskı), 1965, 1967, 1972, 1982, 1995
1982'den sonraki baskılarda çevirmen: Yaşar Nabi Nayır olarak yazılmıştır.
Velhasılıkelam, devrettiğim, Fareler ve İnsanlar romanını kimin tercüme ettiğini anlayamadım. Her şeye rağmen, güzel bir tercüme olduğunu yazamadan geçemiyorum.
Bu uzun girizgahtan sonra , Fareler ve İnsanlar novellasının, bana hissettirdiklerini kaleme almaya çalışıyorum.
Klasikler hakkında yazmayı her seferinde zorlanmışımdır, adı üstünde klasik. Kitap ilk kez 1937 yılında yayımlanmış ve 76. yıldır, dünyada hâlâ ilgiyle okunabiliyor.
Kitabın, Türkiye'de son günlerde yarattığı tartışmalara girmek istemiyorum.

Bu kitap neden klasikler arasında yer aldığını, kendimce cevaplamaya çalıştım.


Yazar, insanları ve toplumu oldukça sade bir dille anlatabilmiş. Zamanın, değerlerini, ön yargılarını özürlülere yaklaşımı, ırkçılığı anlatmaya çalışmış.

Bana göre, pek çok konuyu, bu küçücük kitaba sığdırabilmiş;dostluk,ırkçılık, ayrımcılık, cehalet,önyargı, umutlar, gerilim, nefret, cinsiyetçilik, aksiyon...

Fareler ve İnsanlar romanı, iki ana kahramanı George ve Lennie arasındaki dostluğu ve ortak rüyası üzerine kurulmuştur.
Bu iki adam çok çok farklı, fakat yoksul ve yalnız insanlarla dolu bu dünyada birbirlerine dayanak olmuşlardır.
Dostluk aslında ne kadar ileri gidebilir? Ben bu sorunun cevabını bulmaya çalıştım kitabı okurken.
Bir soru daha sordum kendime ; Gerçek dostluklar var mı ?
Oğlum henüz 18 yaşındayken ( şu an 19 yaşında ) gerçek dostluklar olmadığına karar vermiş ve benimle bu düşüncesini paylaşmıştı. Çıkar ilişkiler var sadece, demişti bana...İçim cız etmişti bu sözler karşısında. Oğlumun yanıldığını, gerçek dostlukların var olduğunu, söylemek istedim...Fakat baktım ki hayatımda örneğini vereceğim bir dostum yok...Ailemin dışında ,bir dostum, benim bu kavrama kattığım değerdeki dostum, olmadığımdan söz ediyorum.

İnsan sosyal bir varlıktır ve toplum içinde yaşar, pek çok arkadaşı olur, ama ben öylesine arkadaşlıklardan söz etmiyorum.
Gayet tabii ki, dostluklar tek taraflı olmaz ve belki bende iyi dost olabilme yetisi yoktur. Bilmiyorum.
Bir bakıma, Fareler ve İnsanlar umutsuz bir romandır. Kitap, iki insanın, iki dostun küçük ve harika rüyasını konu ediyor ve sonra rüyayı ulaşılamaz kılıyor.
Yine de, rüya gerçek olamasa bile, Steinbeck iyimser bir mesaj veriyor, ben öyle hissettim. George ve Lennie hayallerini gerçekleştirmeseler bile, onların dostlukları, insan yabancılaşmasının, parlayan bir örneği. Belki de Steinbeck, böylesine, ölümüne, bir dostluğa özlem duymuştu...Kim bilir ?
Fareler ve insanlar, roman ismini, Robert Burns şiirinden aldığınıöğrendim. "En iyi planları, farelerin ve insanların, sıkça ters gider..." Hep merak etmişimdir, neden Yazar romanınaböyle isim vermiş diye…Öğrendim.

Bu novellayı okurken, bir şeyi daha merak ettim...Neden Lennie böyle bir karakter ? Saf, çocuksu ve eksik, rol yapmayı beceremeyen, olduğu gibi...

Ancak böyle birisiyle mi gerçek dostluk kurulabilir? Rol yapamayan birisiyle…Bana kalırsa, hayatta pek çok "dost", sadece dost gibi görünür, iyi oynanmış roller var gerçekte.Ya da bana öyle geliyor...
Fareler ve İnsanlar romanı, çok güzel doğa manzarası anlatarak başlıyor, okurken bayıldım. Bu küçücük romanı, ilk satırlarıyla birlikte, tamamını keyif alarak okudum. Zaman zaman tebessüm ettim, zaman zaman iki dostun hayallerine daldım…

Neden bilmiyorum, konu olarak hiç benzemiyor, ama , Fareler ve İnsanlar, bana, HARAÇ – Füruzan kısa romanını hatırlattı.

Hüzünlü hikayeler, okurun hafızasında, daha kalıcı yer edindikleri bir gerçek…