17 Ekim 2014 Cuma

MİLYARDER - MİCHEL DE SAİNT PİERRE




Uzun zamandır bu kadar güzel kitap okumadım…

“Servet, mutlulukla katiyen bağdaşmayan bir şey” mi ? sorusuna cevap bulmaya çalışan, çok ama çok güzel bir roman.

Hikayeyi çok beğendim. Kahramanlar o kadar güzel anlatılmış ki, ben Michel de Saint Pierr’e hayran kaldım. Atilla Tokatlı da müthiş çevirmiş doğrusu, Türkçemizin tüm zenginliğini ortaya koymuş ve ben okumaktan çok büyük haz aldım.

Roman hakkında ne yazabilirim bilmiyorum, hissedebilmek için okumak gerekiyor…Yine de kendim için, kahramanları ve bazı olayları Yazarın sözleriyle , az biraz tanıtmak geliyor içimden.



 Romanın, isminden de belli olduğu gibi bir milyarderi var…
“Pırıl pırıl siyah bakışlı”, kısa boylu elli dört yaşındaki Georges Fabre Simmons. “Hangi durumda olursa olsun , hiçbir zaman şaşkınlığa düşmeyen, küçük insanlara kaba ve küçümseyerek davran(a)mayan” başarılı bir sanayici . Simmons kendisi için “Modern zamanların en büyük macerası, aile babasıdır…”diyor. Yazar , biz okurlara kahramanını şöyle anlatıyor ;“ İlhamla yürüyen bir bilim adamı gibidir Fabre Simmons, şair hayal gücüne sahip bir mantıkçıdır.”
Fabre Simmons çok ince zevke sahip bir insan evini, bürosunu nasıl dekore ettiğini okurken hayalimde canlandırabildim . Paradan çok kudrete sahip olmak isteyen, tam bir Richard Wagner hayranıdır.
“ Dinlemek sanatında da ustaydı Fabre Simmons”, dinleyebilen insanlara her zaman gıpta etmişimdir…
Yirmi küsur yıl karısına âşık bir adam ve kendisi şöyle anlatıyor ; “Françoise ilk gördüğümde, otuz bir yaşımdaydım. Dört hafta sonra da evlendim kendisiyle.”
“ Yay kemanı bulur gibi birbirini bulan, bir körün dudakları suya kavuşur gibi birbirine kavuşan iki vücudun o gizemli teması…Kısa ve hızlı ilişki düşkünlerinin hiç bir zaman tadamayacağı cinsten bir uyumdu bu.”
“ Evlilik hayatındaki bu ahenk, hayatının en büyük tutkularından olmuştur daima.”
İşine ve ailesine tutkun bir adam…Ama kendisi de söylediği gibi, bir ahtapot değil ve her yere aynı zamanda yetişmesi mümkün olamıyor, zaman zaman ailesini ihmal edebiliyor.

Francoise, kırk yaşlarını biraz geçmiş, zarif, yeşil gözlü, erkeklerin çekici bulduğu bir kadın…Çocuklarına düşkün bir anne…
“Nasıl yükseldin bu kadar?” soruyor bir keresinde, Francoise, kocasına;
“Sırlarımdan biri şu: Çok hızlı çalışırım ben ve kararlarımı daima yavaş yavaş almışımdır… Sonra da sezginin bu işteki payını katiyen unutmayalım. ”
Fabre Simmons, karısını “hükümdarlara lâyık hediyelere boğar, arzularını önceden sezip gerçekleştirme yoluna giderdi” bunun yanında karısını çok kıskanmaktadır, seven kıskanır derler, Simmons kıskançlığını şöyle dile getiriyor; “Kıskanç olmayanlar, kıskançlığın verdiği o incelmiş azabı hayal bile edemez…ve o sessiz kaygıyı, ormandaki vahşi hayvanlar gibi büzülüp saklanmağa koyulmuştu içinde. Ama yeniden geleceğini, uzun bir zulmü önceden seziyordu bütün açıklıyle”

Françoise, yeterince özgür olmadığını düşünüyor ve bunu kocasına anlatmayı deniyor, oysa Fabre Simmons kadınları anlayamadığı gibi, şu kadın- erkek diyalogunun güdüklüğünden acı duyuyor; "çünkü kabullenemiyordu bir türlü bu güdüklüğü.” Bu dudmu da anlayamıyor bir türlü;“ Hem aile güvenliği ister karılarımız bizden, hem de kişisel özgürlük.”

Faber Simmon’un iki çocuğu var, oğlu Roland ve kızı Cecile…Güzeldi kuşak arasındaki çatışmaları okumak…“ Bunların konuşmalarında ise ne gramer arayacaksın, ne imlâ! Sanırım kullandıkları kelimelerin sayısı yüzü aşkın değildir” – diyor baba, genç kuşak insanlar için.

Faber Simmon’un hem dostu hem de şirketinde çalışan Pierre Mazade kahramanımız;
“Sınırsız bellek gücü, diplomatik yatkınlığı , keskin gözlemci ve amansız eleştirici kafasiyle, eşi bulunmaz bir katalizör oluşu ” patronuna son derece yararlı ve ailenin içine girebilen nadir çalışanlardan birisidir. Aynı zamanda Mazade bir yazardır ve yazmak için zaman ayırması için sadece yarım gün çalışmaktadır .Fabre Simmons onu şöyle tarif ediyor; Şüpheci, alaycı, tembel, keyfine düşkün, kötü yürekli, ama belki de birisine candan bağlanan ve engin kültüre sahip birisi. Bence her iş adımına böyle renkli bir danışman gerek...Gülüyorum.
“ Aşkın karşısına daima yenik düşmeğe mahkûmdur insanoğlu” diyor Pierre Mazade,
kendisinin yenik düştüğü gibi...

Marcel Sangalles romanın diğer milyarderi, “yakasında daima kırmızı karanfil takar”
Son derece zeki yetmiş iki yaşında bir sanayici. Onun yaşamı ise şöyle; "Şu sırada üç kadınla birden yaşıyor üstat: Altmışlık bir Kanadalı hatun, kırk yaşında bir Fransız, ve…ve on altı yaşında Zenci kızı…”

Fabre Simmons’un son derce çirkin, kızıl saçlı sekreteri Sophie Blachard kahramanımız da var… Her insanda, güzel bir şey vardır, görmek isteyen için ve sekreterin “ uzun, ince, alabildiğine güzel bir ele” sahip olduğunu öğreniyoruz romanın sonlarında…
Yazar, Fabre Simmons’un bakımlı ellerinden söz ediyor, romanın başlarında, bu ayrıntıyı atlamadım, çünkü ben de önemserim insanların ellerini…

Bu romandan kolay kolay unutamayacaklarım;

Ateşe verilen, Roland’ın “en güzel kızlara bile tercih ettiği ” zeytin yeşili Triumph arabası…

“Simsiyah kocaman inci, beyaz atlastan yuvasının ortasında şeytani bir parıltıyla ışıldıyordu”

Ege denizinde satın alınan çok güzel bir ada ve bu adayı dolduracak mutluluk bulunabilecek mi?
Sorusunun cevabı, anca okuyanlar bulabilecektir.

12 Ekim 2014
Bursa

AŞK ÖLÜMDEN UYANIŞTIR - TESS GERRİTSEN

 


Kitap okumayı sevdiğim kadar, kitap araştırmayı da severim, yeni yazarlar keşfetmeye bayılırım… Bir kitap sitesinde Tess Gerritsen ismine tesadüf ettim, ilgimi çekti, Yazarın kitaplarına ve okur yorumlarına biraz baktım. Tess Gerritsen, Çin asıllı Amerikalı Yazar, 1953 doğumlu ve tıp doktoru olduğunu öğrendim. Daha önceleri okuduğum Mario Mazzanti’yi anımsattı bana Gerritsen ve bir kitabını okumaya karar verdim. Günümüzde yaşayan iki doktor, sonradan polisiye roman yazmaya karar vermişler, biri İtalyan, diğeri Amerikalı, biri erkek, diğeri kadın, ilginç bir okur macerası olacaktı benim için. Aynı zaman dilimi içinde paylaştığımız bu dünyanın, kendi yaşadığım coğrafyada veya herhangi bir başka yerinde yaşayan yazarlarının kitaplarını tanımak istiyorum.




 Tess Gerritsen’in, okurları tarafından en az beğenilen romanını okuyarak başlamak istedim, nedenini tam bilmiyorum…Belki de birkaç romanını okumak istediğim için, beğeni grafiğimi yükseliş yönünde olmasını tercih ettim. Ya da fazla gerilim okumak istemediğim için… Tam bilmiyorum, sonuçta AŞK ÖLÜMDEN UYANIŞTIR, romana karar verdim. Kitap ismi tuhaf geldi ve Gerritsen’in romanına koyduğu ismi merak ettim… Tabii ki yukarıdaki isimle yakından uzaktan ilgisi yok. Romanın orijinal ismi ;Keeper of the Bride (Her Protector)

Romanı çok çabuk devrettim, çünkü okunması kolaydı. Fazla gerilim ve heyecan olmadan, romantik film tadındaydı okuduklarım yine de Gerritsen’in üslubunu sevdim. Polisiye romanlarında, illa katili veya faili benim bulmam gerekmiyor…Failin kim olduğunu tahmin etmem veya yanlış tahminlerden sonra öğrendiğimde şaşırmam şart değildir, önemli olan, katilin gerekçeleri ve yöntemleri ilgimi çekiyor olması. İşte burada Gerritsen benim ilgimi çekmeye başaramadı, failin gerekçeleri bence çok basite indirgenmişti…Hikayede daha çok gizem olabilirdi.Bu muydu failin gerekçesi yani! hayretle ve hüsranla, dedim kendi kendime…

Yine de romanı okumaktan keyif aldım.

Okuduğum tüm polisiye romanlarında, kahraman polisimiz hep bekardır, bekar olmasa bile ya karısı ölmüştür, ya ayrılmışlardır, bir şekilde yalnızdır. Evli polis, polisiye romanlarında hiç tercih edilmediği karakter olsa gerek, düşüncesi tebessümler içinde geçti aklımdan, kitabı okurken. Hayatta aşk olmazsa sıkıcıdır…Bir romanda aşk yoksa ben okumaktan sıkılıyorum. Aşkın, gerçek aşkın, özünde sadakat ve dürüstlük olduğu için, polis kahramanımızın da kaçınılmaz yalnız olması gerekiyor galiba…

Amerikan aile ilişkileri hakkında düşünceler geçti aklımdan; Nina’nın annesi ve kocaları, babası ve karıları…Geniş aile kavramı, bizim Türk geniş aile kavramından çok çok farklı. Bizlerde bağlar çok sıkı, onlarda ise fazla gevşek…Dengeyi iyi kurmak gerekiyor.

"Sam, ona kendi varlığını kendi başına anlamlandırma anlayışı aşılayan bir annesi olduğu için şanslıydı."Bu cümleyi okuduğumda, oğullarım benim için ne düşünürler diye merak ettim.

22 Eylül 2014 tarihinde, büyük oğlum beni telefondan aradı ve Boğziçi Caz Korosu mülakatını geçtiğini ve koroya kabul edildiğini söyledi…Sesindeki heyecanı hissedebildim ve gözlerim yaşardı. Harika bir tenor olduğu konusunda yanılmamıştım. Çocuklarımın müzikle uğraşmalarını çok istedim, sadece kendileri için olsa bile, elimden geleni yaptım ve küçükken onları zorladığımı dahi inkar edemiyorum… Bu gün için her iki oğlum, müzik dolu yaşam içinde olmaları bir dayatma sonucu mu bilmiyorum. ( Küçük oğlum Uludağ Üniversitesi Konservatuar piyano 1 sınıf lisans, Özgür Ünaldı'nın öğrencisi.) Baskıcı anneleri hiç sevmem, ama ben de böyle bir hata yapmış olabilir miyim diye kendime soruyorum şu an… Sonuçta annelik de öğrenilen bir şey ve hiçbirimiz ailelerimizi seçemiyoruz.

Kitaba dönecek olursam, romanın girişi, olayların gelişimi ve sonu güzeldi…Mantık hatası yoktu, ben çok iyi bir polisiyeyim iddiası da yoktu. Yumuşak , anlaşılır ve hoş bir üslupla yazılmıştı. Tercümesi de belki çok çok güzel olduğu için bu hissi uyandırdı bende. Romanda birkaç kez “önünde sonunda” ikilisi kullanılmış ve doğru olarak yazılmışlardı. Bahar Yaldız Çelik’i tebrik edemeden geçemiyorum, çünkü çevirileri ben, çok ama çok, önemsiyorum. Kitap ismi her ne kadar tam olmamış olsa da, ben de itiraf etmem gerekirse daha uygun isim bulamadım, Gelinin Koruyucusu, biraz acayip kaçardı.

Sanırım bu son buluşmam olmayacak Tess Gerritsen ile…


2 Ekim 2014
Bursa

25 Eylül 2014 Perşembe

CENNETİN RENGİ - E. V. MİTCHELL



"Senaryoyu okudum, rolü kabul ettim.” sözlerini duyduğumda merak ediyordum, senaryo tam olarak nasıl bir şeydir diye... Uzun zamandır merak etmiyorum;sıfır duygusu olan ve bir hikayeyi özetleyen metin olsa gerek senaryo.En son okuduğum novella tam da bu tanıma uyuyor. Romanı okurken kendimi bir film yönetmeni gibi hissettim. Bu sahneyi şöyle çekerdim, bu sahneyi böyle çekerdim diye diye, devrettim kitabı. Topu topu dört gün sürdü bu hayali yönetmenlik maceram. Film yönetmeliği eğlenceli bir şey olsa gerek…Çok param olsa bir film çekmek isterdim, para kazanmak için kesinlikle değil, o heyecanı tatmak için…Senaryosu, müziği her şey bana ait olsun isterdim… Ne yazık ki sinemaya yakınlığım izleyici olmaktan ibarettir. Büyük oğlumla bazan filmler izleriz , çoğunlukta o önce filmi izlemiş oluyor, fakat benimle birlikte ikinci kez izlemekten keyif alıyor, çünkü benim tepkilerimi öğrenmek istiyor ve böylece ikinci kez bir ilk yaşıyor. Oğlumla film izlemeyi çok seviyorum, çünkü her zaman izlenmeye değer bir şey olacağını biliyorum. En son, Bisiklet Hırsızları -1948 yapımı, filmi izlemiştik birlikte ve her ikimiz de çok etkilendik. Film bizden tam not aldı.

Devrettiğim kitaplar hakkında yazmayı seviyorum, okuduğum dönemde, başımdan geçenlere kısacık yer verdiğim için, aynı zamanda sıra dışı günlüğüm oluşuyor.

Uzun zamandır evimizde yapmak istediğimiz tadilat Ağustos ayının başlarında başladı…İlk önce amacımız salonda geniş sürgülü kapı takmaktı. Hazır evde tadilat varken burayı da değiştirelim, orayı değiştirelim derken , evde değişmeyen tek şey parkeler oldu… İki aydır şantiyeye dönen evimizde yaşamak kolay olmasa da uyum sağlamaya başladık, zira tadilat artık hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı. İnsanın zevkleri nasıl da zaman içinde değiştiğinin gereceğini yaşıyorum son günlerde. Yedi yıl önce kaba inşaat halinde satın aldığımız evi, kendi zevkimize göre özene bezene döşetmiştik. Yedi yıl sonra ise her şeyi değiştirmek ihtiyacı duydum… Duvarların rengi, mobilyalar, perde sistemi, ışıklandırma vs. Evde tüm pencere doğramalarından, banyo fayanslarına kadar her şeyi değiştirdik… Hazır boya badana yapılırken salon duvarlarındaki iki nişe patlatma taş duvar döşemeye kalktım. B& M Coleksiyon, mağza satış sorumlusu Ayşe Hanım’la neredeyse arkadaş olduk…Tam dört kez taşları değiştirdim…Kadıncağız beni tekrar tekrar görünce ne düşündü kim bilir ?Mağazanın atmosferi ve ışıklandırmasına aldanıp seçim yaptıktan sonra eve geldiğimde bir türlü içime sindiremedim seçtiklerimi… Ya küçük, ya büyük geldiler gözüme, kah renklerini beğenemedim, galiba taş duvar konseptine tam ısınamadım, fakat vazgeçmek için çok geç…Ömrüm olursa belki yedi yıl sonra…Kim bilir ?

Cennetin Rengi mi ? 13 Eylül 2014 yatak odalarımızın boyandığı gün, kokudan rahatsız olmamak için ablamlara gittik , yatılı misafir… Uyumadan önce, nerede olursam olayım mutlaka birkaç satır okurum…O gün kitabımı çantama koymaya unutmuştum ve yeğenimden bana bir kitap vermesini rica ettim. Yeğenim Didem henüz 20 yaşında basmadı, üniversite öğrencisi ve kitap okumayı seviyor. Bana seve seve son okuduğu kitap masallarından birkaç tane getirdi. İçlerinden Cennetin Rengi isimli kitabı seçtim…Ne de olsa son günlerde renklerle pek haşır neşir oldum ve isim yakın geldi…Aligator, Filli Boya, Marşal renk kataloglarını incelemek epey zamanımı aldı.Ne zormuş boya seçmek ! Ama insanın yuvasını güzelleştirmesi, cennetin renklerinden bir tanesi olsa gerek…Kitaptan sadece uyumadan önce birkaç satır okuyacaktım, sonra elimde bir senaryo olduğunu var saydım ve yönetmenlik oyunuma başladım, hoşuma gitti.

Okurken hiç duygulanmadım .O kadar büyük acı anlatılıyor ki hikayenin içinde, bir annenin başına gelebilecek büyük felaketlerden birisi, fakat ben acının zerresini hissedemedim… Hatta kendi kendime dedim, bak hikayenin burasında göz yaşı olmalı…Ama satırlar beni duygulandırmaya yetmedi. Bazı kalemler çok güçlü olabiliyor adeta şimşekler çaktırabiliyorlar satırlar arasında ve kanımı dondurabildikleri gibi, göz yaşlarıma da hakim olamadığımı iyi bilirim…


E.V. Mitchell ne yazık ki ne bir kahkaha attırabildi, ne hüzünü, ne mutluluk hissettirebildi bana…Ama güzel bir film için senaryo okudum. Bir geyik sahnesi vardı, romanda sadece bahsi geçti ve ben , nasıl çekmem gerektiğini, kafamda, hayal gücümü ve yaşadığım benzer tecrübeyi kullanarak canlandırmaya çalıştım…Geçen sene Bulgaristan’da annemlerin oturduğu köyden, kasabaya giderken, hemen arabamızın önünden, neredeyse bir metre önümüzden bir ceylan geçmişti…Az daha çarpıyorduk, her şey saniyeler içinde gelişmişti, ceylan çok korkmuştu ve o kadar güzeldi ki…Hemen ormanın içine doğru koşup, biz de ağzımız yüreğimizde onun kayboluşunu izlemiştik.

Roman bir konuya daha değinmiş, yaşam ölüm arasında, ruhunun bedenden ayrılması ve uzaktan, tepeden kendi bedenini izlemesi…Hiç inandırıcı değildi okuduklarım, oysa konu tanıdıktı, daha önce bizzat yaşayan birisinden dinlemiştim ve çok etkilenmiştim. Hatta o kadar çok etkilenmiştim ki unutamamıştım…Romanda o kadar sığ anlatılmış ki, eğer konuyu daha önce duymamış olsaydım tam olarak ne anlatıldığını dahi anlayamayabilirdim.

Bir kitap okur maceram yine sona erdi…Muhtemelen birkaç ay sonra hiçbir şey hatırlamayacağım, güzel hayali yönetmelik oyunumun dışında. Aslında konu fena değildi, insanın hayatı her an tepe taklak dönebilir ve her şeye rağmen yaşamak için güçlü olmak gerekir.Romanda romantik sahneler de vardı, misal teknede denizin ortasında, ama ben hiç birini hissedemedim. Çeviri başarılıydı, baskı çok güzeldi, punto geniş, sayfaların çoğu yarısına kadar boş ve çok çok rahat okuyabildim, fakat hiç ama hiçbir şey hissedemedim.

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ - MİLAN KUNDERA




Bu satırları yazıyorsam, yine bir kitap okur maceram sona ermiştir demek. Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ile ilginç ve sıra dışı maceraya sürükledi beni… Her ne kadar kitabın kurgusunu beğenmemiş olsam dahi, okumaktan keyif aldığımı inkar edemem. Yazarın üslubunu sevdim, kah kendi adından, kah bir üçüncü şahıs adından anlatıyor hikayesini. Sanki bir roman - resim gibiydi okuduklarım, nasıl bir ressam eserinin her fırça darbesinin en mükemmelini yakalamaya çalışıyorsa, Kundera da âdeta sözlerle kusursuz bir resim çiziyormuş hissi uyandırdı bende. Bu hisse kapıldım, çünkü Yazar en ufak ayrıntıyı, düşüncelerini ve heyecanını benim bir okur olarak onunla mütevazi ( paralel) olarak paylaştığıma emin olmak istermiş gibiydi. Aynı konuyu, başka başka bölümlerde ,tekrar tekrar ele alması ve tam olarak aydınlatmaya çalışmasıydı belki bana bunları düşündürten. Her zaman savunurum ki yazar- okur arasında çok özel bir bağ oluşuyor ve farklı okurlarda, aynı metinler, değişik algılamalara neden oluyor. Bu çok doğal gayet tabii ki, okuduklarımızı, kendi düşünce prizmamızla, yaşadıklarımızla, tecrübelerimizle ve hayat görüşümüzle bir şekilde harmanlıyoruz çünkü.



 Okuduğum yazarların hayatlarını mutlaka incelerim, haklarında bilgi edinmeyi sevdiğim için. Milan Kundera 1929 yılında, Çekoslovakya'nın Brno şehrinde dünyaya gelmiş. Daha sonra, ülkesindeki rejimle ters düşmesi ve görüş farklılıkları nedeniyle, komünist partiden ihraç edilmiş. Yazar, 1970 yıllarında Fransa'ya göç etmiş , Fransız vatandaşı olmuş ve halen orada yaşamaktadır. Yazarın gerçek hayattan yansımalar var romanda, işte bunları keşfedince kendimi kandırılmış hissetmiyorum. Elbette ki romanlar birer kurgudan ibarettir ve Kundera’nı bahsettiği gibi; “Roman kişileri insanlar gibi kadından doğmazlar, yazarın henüz hiç kimse tarafından keşfedilmediğini ya da hakkında önemli bir şey söylenmediğini düşündüğü temel bir insani olasılığı bir fındık kabuğunun içine sığdıran bir durum, cümle ya da eğretilemeden doğarlar.” Yine de kandırmacaları, masal olmadıkları sürece, okumayı sevmem.
Romanın kahramanı Tomas ‘ın siyasi kimliği, Kundera’nın gerecek hayattaki kimliği ile örtüşüyor. Kundera ‘yı çok iyi anladığımı sanıyorum, ben de bir demir perde ülkesinde doğdum ve yetiştim. Bu anlamda roman bana yakın ve tanıdık geldi, ayrıca 2013 yılında Prag'da bulundum, dolayısıyla şehri, Vltava nehrini , Yazarın anlattıklarıyla gözümde canlandırabildim.

Romanın bu pasajdan çok etkilendim; “Oedipus, anasının yatağına girdiğini bilmiyordu, ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. "Bilmeyerek" neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için, gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai'den çıktı gitti.” Yakın bir geçmişte Soma’da yaşananları hatırlattı bana bu sözler…Hiç kimse suçu üstlenmedi, ateş düştüğü yeri yaktı ve geri kalan hepimiz çabucak yaşananları unutuverdik…

Yunan mitolojisinin en trajik kahramanlardan birisi olan Oedipus, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında anlatılan hikayenin, dönüm noktasını oluşturuyor , bence tabii. Tomas, Oedipus’u konu alan ve kendi siyasi görüşünü ortaya koyan bir yazı yüzünden doktorluk mesleğini bırakmak zorunda kalıyor ve hayatına farklı bir yön veriyor. Oedipus beni etkileyen, karakterlerden birisi olmuştur daima. Romanda konusu geçtiği anda, büyük oğlum yakınlarımdaydı ve ben gayriihtiyari
sordum; Oedipus, kim olduğunu biliyor musun ? Olumlu cevap alacağıma neredeyse emindim. Hayır ! cevabıyla şaşkına döndüm. Şaka yaptığını sandım ilk başta, fakat oğlum gerçekten bu ismi duymamıştı ve tanımıyordu… Bu günün Türkiye’sinde, gençlerin soruya olumsuz cevap vermesi, kültürel fakirleşmenin bir örneği olabilir mi? Yoksa ben mi demode kaldım ? Elbette ki genelleme yapmak istemiyorum, benim oğlum bilmedi diye, Türkiye’de bir çok gencin soruyu bilmemesi anlamına gelmiyor tabii…Fakat ben bir anne olarak çocuklarımın iyi eğitim almaları için elimden geleni yaptığıma inanıyorum , konuyu önemsememe rağmen, oğlumdan gelen olumsuz cevap beni düşündürttü. ( Oğlum 20 yaşında ve İTÜ inşaat mühendisliği alanında eğitim almakta.) Ben lise öğrenimimde tanışmıştım Sofokles’in ünlü tragedyasıyla. Romanda, bu tragedyanın çok kısacık özetine yer veriyor Kundera ve ben oğluma o özeti sesle okudum… Böyle bir anım oldu ve burada paylaşmış oldum.

Romana dönecek olursam, Kundera’nın insan ilişkileri hakkında mükemmel tespitleri var ve anlatım biçemini çok beğendim. Bence, Fatih Özgüven’in tercümesi de oldukça başarılıydı . Ben romanı çok gerçekçi buldum ve tekrar ediyorum ki, kurgusuna rağmen, okumaktan büyük keyif aldım.

Aşk hakkında en doğru sözleri Âşık Veysel söylediğini kabul etmiştim, “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur…” Kavuşabilenler için ise en güzel sözü Kundera söylemiş bence;
"Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)."

Romanın büyük kısmını Datça - Haitbükü plajında okudum, 2 Temmuz 2014 tarihinde devrettim.

POSTCI KAPIYI İKİ DEFA ÇALAR



Bölüm 1 Postacı Kapıyı İki Defa Çalar kitap ismini neokur. com sitesinde görünce, hayatımda beni etkileyen ve unutamadığım filmlerden birisinin ismi olduğunu anımsadım. Çok çok eskiden , yirmi beş - otuz yıl öncesinde , henüz Türkiye'de yaşamıyordum, bu filmi izlediğimde. Filmi şu an tam olarak anlatamam, fakat beni etkilediğini çok net hatırladım. "Allah'ın sopası yok" deyimi çok uzun yıllar, bu filmi hatırlatmıştı bana...Roman olduğunu bilmiyordum, hiç araştırmamıştım daha doğrusu, ismini görünce hemen edinmek istedim. Kitaplığımda onlarca kitap okumayı beklerken, sürekli yeni kitap edinme isteğime anlam veremiyorum. Karşı koyamadığım çekim gücü duyuyorum bazı kitaplara karşı. Onlara ulaşamazsam, huzursuz hissediyorum kendimi. Elimde bu küçücük romanın ilk baskısı var şu an ve o kadar eski ki, tarif edemiyorum, basım yılını bulamadım, belki nüshamda eksik sayfa var.Tam bir tarih eser, kitabımı çok sevdim...Tercümesi Semih Yazıcıoğlu'na ait.

Romanın ön sayfasında şöyle yazıyor, tebessümler içinde okudum ;
NEBİOĞLU YAYINEVİ
SİZE
JAMES M. CAİN'in
POSTACI KAPIYI İKİ DEFA ÇALAR
ROMNINI TAKDİM EDER

Hemen okumaya koyuldum tabii ve daha ilk sayfalarda Frank kahramanımızın yemek siparişi, kocaman gülümsememe neden oldu;

" Portakal hulâsası, mısır katmeri, kurutulmuş yumurta, domuz eti, şiş kebabı ve kahve."
Hülasa, öz olduğunu öğrendim...

Bakalım, romanı, filmi kadar sevebilecek miyim?!

Semih Oktay'a paylaşımı için teşekkür ediyorum

5 Nisan 2014
Bursa

Bolüm 2

Postacı Kapıyı İki Defa Çalar, Pazar, 13 Nisan 2014 tarihinde devrettim. Aynı isimli filmden çok etkilenmiştim yıllar yıllar önce ve unutamadığım filmlerin arasında yerini almıştı.
Tabii çok zaman geçmiş aradan ve film kareleri net değildi, okudukça hayal meyal hatırladım bazı sahneleri.
Kitabı sevmedim, film senaryosuydu sanki okuduklarım. Pek çok kez romanlardan uyarlanan filmleri, romanlara göre daha yavan bulmuşumdur. Ancak bu kez durum farklıydı, okuduklarım bana heyecan yaşatmadı, hissettiklerim tercümeden de kaynaklanmış olabilir. "Kırmızı derili" yazıyordu kitapta , baştan ne olduğunu anlayamadım, sonra Kızılderili ,demek istediğini çözdüm. "Sıcak Köpek" , sandviçi için ne söyleyeceğimi bilemiyorum...

Tabii ki kitabın ilk basımını okudum, 1949 yılı...O zamanki teknoloji malum, alfabemiz henüz yeni...Yanlışları hoş görmek gerekir belki. Aşırı derecede çok baskı hatalar vardı romanda, "sonra " yerine, "osnra" gibi pek çok örnek verebilirim. Kalemimle düzeltim hepsini…

Filmi seyrettiğimde çok gençtim ve etkilenmiştim; konu, hakkıyla oynanmış roller, manzaralar beni etki altında bırakmışlar ki filmin ismini unutamamışım, sinemada değil, evde, siyah beyaz televizyonda izlediğimi hatırlıyorum. Eh o zamanlar, rejim itibarıyla Bulgaristan'da her şey sansür altında olduğu için, pek sık seyredemiyorduk güzel yabancı filmler. Bir de bu açıdan düşününce, belki bu gün için filmi tekrar izlesem o kadar etkilenmeyeceğim, bilmiyorum...Benzer konuyu, Emil Zola, müthiş anlatmıştı Therese Raqun romanında. James Cain'i oldukça vasat buldum.



Kahramanların ruh hallerini, ben hiç ama hiç hissedemedim. Çeviriden de kaynaklanmış olabilir, tekrar ediyorum. Konu fena değildi, fakat çok yüzeysel işlenmiş gibi geldi bana...Bence okuduklarıma roman demek, biraz abartı olur. Gülüyorum...Ben kendimi ne sanıyorum ki..! Sadece hissettiklerimi yazmaya çalışıyorum.

14 Nisan 2014
Bursa
 

SON OYUN - AHMET ALTAN



SON OYUN – 1

Bir günlüğüm olmasını istemişimdir hep, fakat yazdıklarımın, istemediğim halde, bir başkasına ulaşmasından korktuğum için, girişimim sadece bu işe uygun defterler satın almaktan ibaret olmuştu. Günlük tutmak içimde bir ukdeydi…. Geçmiş zaman kullanmam, ne güzel değil mi! Günümüzün yeni teknolojik imkanları, bir günlüğümün olmasını sağladı. Tam olarak, hayal ettiğim günlük gibi olmasa da, en azından bir kitap günlüğüm var bu gün için.Okuduğum kitaplar hakkında yazarken, kısacık yaşadıklarıma da yer verdiğim için, notlar, benim için günlük niteliğinde. Notları kendim için yazıyorum, yazmaktan keyif aldığım için.

9 Haziran 2013 Pazar günü öğlenden sonra evimin bahçesinde oturmuş kitap okuyordum. Komşum Aygün seslendi ; Kitabını alıp bana gelsene!
Karşı komşu arkadaşım, okumayı seviyor, bu ortak özel merakımız, aramızda sağlam bağ oluşmasına neden oldu.

Pazardan almış olduğumuz kirazlar vardı evde. Buzdolabında soğutulmuş kirazlardan büyükçe bir kase aldım ve kitabımla birlikte karşı bahçeye geçtim. Leylandi ağaçların gölgesinde koltuklarımıza yayıldık…Keyfimize diyecek yoktu, kirazlar da harikaydı, şimdi gözümün önünde canlandılar, üzerinde minicik su damlacıkları, kocaman, koyu kırmızı ve soğuk… Kendimizi okumaya vermeden önce kitaplarımızdan söz ettik; Aygün, Ahmet Altan - Son Oyun okuyordu , ben ise Judith McNaught – Cennet. Çoğu zaman, arkadaşımla birbirimizin okuduğu kitapları okuyoruz , çünkü kitaplar hakkında sohbet etmeyi seviyoruz. Özellikle Aygün, benim okuduğum hemen hemen tüm kitapları okumuştur…Şu an, Sonsuz Kahkaha novellasını okumak için ona ödünç verdim, Cennet’i ise devredeli çok oldu.
9 Haziran, güneşli, sıcak harika hafta sonu günüydü, Uludağ’dan hafif rüzgar esiyordu, elimizde kitaplar, arkadaşımla keyfimiz yerindeydi.
Aygün, bira ve çerez getirmek için , evine girdiğinde, çok beğendiğini söylediği , Son Oyun romanını hemencecik elime aldım ve ilk satırlarını okumaya koyuldum; “Kasaba uyuyordu. Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim”. Romanların ilk satırlarını nedense önemsiyorum ve bu satırları sevmiştim…Anlatılanlar bir kasabada geçiyor olmalıydı, ben küçük bir kasabada, ya da köyde yaşamayı hayal edenlerdenim, gökdelenlerden uzak, doğa ile iç içe…Çocukluğum öyle yerlerde geçtiği için belki…

Ahmet Altan’dan iki roman okumuştum ve hissettiklerimi söylemem gerekirse; beğenmemiştim, yine de üslubunda beni etkileyen bir şey vardı…O şeyi bulmak için, önerilen kitaplarını okumaya gayret ediyorum. Yazarları, gerçek hayatlarından, ayrı tutamıyorum, sadece roman yazarı olarak değerlendiremiyorum ve bazan oluşan ön yargılarıma yenik düşüyorum.




İlkler unutulmaz, denir. Belki de beni etkileyen şey, Ahmet Altan’ın , kitap okur maceralarımda, Türkçe olarak okuduğum ilk Yazar olmasıydı. Ahmet Altan okuduğum ilk Türk yazarı değildir katiyen , fakat tercüme olmadan, orijinal Türkçe dilde, okuduğum ilktir. Çok kolay devretmiştim Aldatmak romanını ve okuma alışkanlığımın geri kazanmamda, olumlu rolünü yadsıyamam.

Bana, bir harf öğretenleri hiç unut(a )madım. İlkokul öğretmenimi ve öğütleri hâlâ çınlar kulaklarımda…Ruhumda, kızgın demirle, silemeyeceğim yüzlerce damga vardır, tıpkı Ahmet Altan’ın dile getirdiği gibi;
“ Ona bilmediklerini öğretmiş, hayal ettiklerini ona vermiş ve onu kızgın bir demirle, hayatı boyunca silemeyeceği, ne yaparsa yapsın her zaman kendisiyle birlikte gezdireceği bir biçimde damgalamıştım.”

Bir romanla tanışma anımı anlattım. Romanın son on sayfasına geldim ve hakkında düşüncelerimi ayrı bir yazıda yazarım umuyorum.

15 Mart 2014
Bursa
***********************************************************************************************************************************

SON OYUN – 2

Bazı kitaplar vardır mutlaka kitaplığımda bulunmalarını isterim. Okumak için ödünç alıp devrettiğim ve çok sevdiğim kitapları muhakkak bulup edinirim. Bir daha okumasam dahi istediğim an dokunabilmeliyim…Ben kitaplarıma dokunmayı severim, elime alırım, bir not yazıp yazmadığıma bakarım…Aslında kitap ödünç almayı pek tercih etmem, çünkü kitaplarımı işaretlemeyi severim, oysa ödünç kitapları sakınarak okurum.

Romanı 16 Mart 2014 tarihinde devrettim, muhtemelen Temmuz 2013 ‘de okumak için arkadaşımdan ödünç almıştım ve neredeyse sekiz dokuz ay geçmiş aradan. Son Oyun şu an kitaplığımda yok. Romanı sevdim mi? Cevabım ;Evet. Ahmet Altan’dan okuduğum üçüncü roman ve okuduklarımın arasından , bana göre tabii ki ,en çok beğendiğim oldu. Yine de romanı edinmeye düşünmüyorum, fakat onun yerine, Yazarımızın başka bir kitabını edinmek fikri düştü aklıma. Henüz karar vermedim, En Uzun Gece, belki olabilir.

Evde iki kitaplığımız var, fakat özellikle büyük oğlumun gözü hep başucumda bulunan kitaplarda. Son Oyun romanını okumaya başladığımda, beden kitabı rica etmişti, Ahmet Altan’ı bir Yazar olarak tanımak istediğini söyledi. Ben de oğluma kitabı okuması için seve seve verdim, o dönemde zaten iş güvenlik sınavına hazırlanıyorum. Hem çevremdekilerle aynı kitapları okumayı severim, hem oğlumun kitap zevkine güvendiğim için, en azından beni okumamam konusunda uyarabilirdi. Oğlum kitabı, çok çabuk devretti…Hızlı okuma teknikleri konusunda kendimi geliştirmeliyim…Ben çok yavaş, sindire sindire okurum. Velhasılıkelam, oğlum kitabı orta derece beğendi, benim de kitabı sevebileceğimi söyledi…Yanılmadı.

Son Oyun, günümüzü anlatıyor…Tanıdık bir coğrafyada, tanıdık insanları okumayı seviyorum. Hikaye küçük bir kasabada geçiyor, fakat günümüz Türkiye’de yaşanan politik oyunlarını, alegorik bir şekilde mercek altına alıyor. “İktidar paylaşılmaz…Paylaşılırsa iktidar olmaz.”

Roman, sıradan insanların hayatlarına da değiniyor, yeni teknolojik gelişmelerin getirdikleri yenilikler, sanal dünya, öykünün örgüsünde güzel anlatılmış;
Milyonlarca , milyarlarca insan girip, başka biri olarak kaybolduğu bu gizli alemde yaşananlardan açıkça bahsetmek yasaktı, bir yeraltı örgütü gibiydi, herkes birbirinin bu örgütün üyesi olduğundan kuşkulanıyor, kimse bu örgütün varlığından söz etmiyor

Ahmet Altan’ın üslubunda beni cezbeden bir şeyler var…Kolay ve rahat okuyabiliyorum, cümleler beni sıkmıyor. Kadınları kadın, erkekleri de erkek gibi anlattığından olabilir mi ? Hem ben erkek yazarların, kadınların betimlemesini okumayı seviyorum…Onların gözüyle nasılız. Bu konuda Ahmet Altan oldukça başarılı, iyi bir gözlemci bence. Romanda yaratmış olduğu kadın karakterlerini ilgiyle okudum, Zuhal, Kamile, Sümbül , Hamiyet ve eczacının karısı( ismini vermiş miydi , anımsayamadım ).

Romanda öyle aman aman cinsellik yoktu, her şey dozundaydı ve ben keyif alarak okuduğumu inkar edemiyorum.
Son Oyun’dan alıntıladığım bu cümle; “Aşkın böyle bir şey olduğunu düşündüm, uyuyan bir kadını böyle arzuyla ve şefkatle seyretmek.” S.249, geçen gün okuduğum Milan Kundera’nın aşkla ilgili anlamlı sözlerini hatırlattı bana ( merak edenler araştırıp bulsunlar).

Yazarımız bence aşkı ve sevgiyi karıştırmadan, her ne kadar sınırları çizmek çok zor olsa da, ayırım yapmayı başarabilmiş;
Tohumunun kendimizin bulduğu , sadece bize ait bir ağacı büyütür gibiydik, bize ait, adının ne olduğunu bilmediğimiz ama bizi sevindiren bir şeyi ağır ağır büyütüyorduk. ( … )

Sevginin içinden her türlü beklentiyi çıkardığında ortaya çıkan şey ne kadar saf ve muhteşem…”

Bu, insanın neredeyse kendini her haliyle göstermekten kaçınmayacağı başka türlü bir yakınlığın işaretiydi, sadece aşk değildi arlarındaki, daha fazla bir şeydi. Kolay bitmeyecek bir şey.”

Ve son olarak, kahramanımızın Tanrı ile konuşmalarında, Yazarımız hayatın anlamını sorguluyor ve bence her şey bir oyundan ibaret olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Tanrının ise insanlara oynadığı en en muhteşem bilinçaltı oyunu bu satırlarda;
“Ölümün başkalarına ait bir gerçek olmasını sanması ve bunu sanırken aslında yanıldığının da bilmesi .”

11 Nisan 2014
Bursa

10 Mart 2014 Pazartesi

SONSUZ KAHKAHA - FREDERİC DARD





Frederic Dard, ismini neokur.com platformunda gördüm ilk kez. Yeni yazarlar tanımayı sevdiğim için, Sonsuz Kahkaha, novellasını edindim. Küçücük bir kitap olduğundan ve epey zamandır oku(ya)madığımdan, hemen devrettim.

Son on ay zaman dilimi içinde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yayımladığı tüm mevzuatı okudum; kanunlar, tüzükler, yönetmelikler… Çok keyifli okuma süreci olduğunu söyleyemeyeceğim, fakat epeyce bilgi sahibi oldum. Bu konuda, milletçe ne kadar eksik olduğumuzu biliyordum, fakat işin ayrıntılarına girince ürkütücü gerçeklerin daha da farkına vardım. Elbette ki eksiklikler, sihirli çubukla düzelemezler, iş hayatımızda ve günlük yaşantımızda bu kültürün oluşması için atılan ilk adımlar, en azında gelecek için umut vaat ediyor…
23 Şubat 2014 günü, A sınıfı iş güvenlik uzmanlığı sınavına girdim . Kitap okumamın, naçizane kitap yorumları yazmamın faydalarını gördüm. Sınav soru metinleri çok uzun, zaman çok az ve konulara hakim olduğu kadar, Türkçeye hakim olmak gerekiyor… Sınavdaki sorular beni zorladı, fakat aynı zamanda sorulara hayran kaldım… Geçmiş sınavların hemen hemen tüm sorularını gözden geçirmiştim ve tekrar eden hiçbir soruya rastlamadım. Kafa karıştırmak için elinden geleni yapmışlar, soruları hazırlayanlar, dikkat ve yorum yeteneğinin ölçme sınavıydı bana göre. Son cümlem, hafiye, sözünü hatırlattı bana...

Polisiye okurum diye edinmiştim, Sonsuz Kahkaha, novellasını…Değişik, ilginç, sırlarla dolu bir hikaye hayal etmiştim ve başucumda okumayı bekleyen epeyce kitap olmasına rağmen, tercihimi ondan yana kullanmıştım.

Kitabı okumasaydım, çok şey kaybeder miydim ? Hayır! Yine de Frederik Dard Yazarı tanımış oldum. 1921 -2000 yılları arasında yaşamış, pek çok polisiye ve psikolojik gerilim esere imzasını atan, bir Fransız olduğunu öğrendim. Yazarın, en çok tanınan romanları, seri olan ve kahramanları komiser San Antonio olanlarmış. F. Dard’ın ölümünden sonra, ilk evliliğinden olan oğlu, Patrick, komiser San Antonio maceralarını yazmaya devam etmiş. Merak ettim, baba – oğul, aynı başarıyı yakalayabilmişler mi diye…




Sonsuz Kahkaha, cinai bir roman değildi…Katil yok, yine de öldürülen birisi var… Okumak isteyenler için fazla ipucu vermek istemiyorum. Dün akşam, 3 Mart 2013, komşumuz İsmail Bey’in 47 yaş gününü kutladık … Bu da ner’den çıktı! İsmail Bey, söylediği bir söz, bana, Sonsuz Kahkaha romanını hatırlattı. Hediyelerin arasından eşofman çıkınca İsmail Bey; Sporu bir türlü bırakamayacağım galiba. Bir gün kalbim antrenmanda, küt diye duracak …Ne güzel olurdu, insanın sevdiği şeyleri yaptığın anda ölüp gitmesi! dedi.

Yaşlanmakta olan güzel bir kadın...Oyuncu olmayı hayal eden genç bir adam…Üçgeni tamamlamak için de genç bir kız…

4 Mart 2014
Bursa


27 Şubat 2014 Perşembe

DUBLİN CADDESİ - SAMANTHA YOUNG





Kitap satın almayı, en az okumayı sevdiğim kadar, çok seviyorum. İtiraf ediyorum ki kitap koleksiyoncu yanım var ve tanıdığım, tanımadığım, duyduğum, duymadığım, çok satanlar, az satanlar hiç fark etmez , ruh halime uygun kitap satın alabiliyorum.

Türkiye’ye 1989 yılanda göç geldim ve 25 yaşımdaydım. Türkçe, hemen hemen hiç konuşamıyordum o yıllarda, dolayısıyla kitap da okuyamıyordum çünkü tüm çabalarıma rağmen, okuduklarımı anlayamıyordum. Bu durum bile beni kitap satın almaktan vazgeçirememişti, okuyabilme umudumu hiç kaybetmeden yeni kitaplık oluşturmaya başlamıştım. Hem ben okuyamasaydım bile, çocuklarıma mutlaka kitap okumayı sevdirmem gerekiyordu... Her iki oğlumu kitap okurken görmek, bu gün için beni ziyadesiyle mutlu ediyor.

2006 yılından itibaren, düzenli olarak, kendime özel, ekstra, yılbaşı kitap hediye paketi yaptırıyorum. Ödemelerini kendim yapmama rağmen, kargodan gelen kitap paketi, Kaf dağından geliyormuş hissi uyandırıyor…Seviyorum bu duyguyu.

Bugün, 2013 yıl sonu hediye paketinden çıkan kitaplardan birisi hakkında yazıyorum. Yeğenime sormayı katiyen ihmal etmem, kitap siparişi verirken. Okumak istediği kitaplar varsa, mutlaka onun için temin ediyorum, Dublin Caddesi’ni okumak istediğini söylemişti. Ben de kitabı siparişime ekledim, romanın ismi hoşuma gitmişti. Dublin ve Edinburgh merak ettiğim şehirlerdendir ve nedense bu romanın ismi bana, sevdiğim başka bir romanı çağrıştırmıştı; Yalnız Kadınlar Sokağı - Maeve Binchy, oradaki hikaye Dublin’de geçiyordu…İrlanda ve İskoçya benim ilgi alanımda olan ülkeler ve orada geçen hikayeleri okumak istiyorum.

Kitabın Yazarının adını, Sanatha Young,  hiç duymamıştım. Biraz araştırdım ve genç birisi olduğunu gördüm. Kendisi hakkında  yazdığı otbiyografik kısa notlarını netten  okudum. Aklımda pek bir şey kalmadı...


 Üniversiteli gençlerimiz neler okuyor ( yeğenim henüz 19 yaşında ve Uludağ Üniversitesi I. Sınıf öğrencisi .Kitabı arkadaşları önermişler ) ? Günümüzün genç yazarlar neler yazıyor ? Bu soruların cevaplarını bulmak için romanı yeğenime vermeden önce okumaya başladım.

Okuduğum en berbat romanlardan birisiydi.

Bu kadar boş bir kitap nasıl olur! Nette, roman hakkında gençlerimiz övgüler dolu sözler yazmış…

Romanda ben hiçbir şey bulamadım. Ne hikayenin geçtiği Edinburgh'u tanıdım…Ne kahramanları tahayyül edebildim…Ne yaşadıkları duyguları hissedebildim…Ne herhangi bir konuda, bilgi edinebildim... Bence, seks sahneleri çok iğrençti ve kadınları aşağılayıcı tınılar içeriyordu.

Hikaye son derece sıradan…Dil öylesine vasat ve bilgi fakiri bu kitabın, dünyada, bu kadar çok satmasına karşı ağzım açık kaldı…

Peki neden okudum? Yeğenim kitabı sorup duruyor, sınavları olduğu için okumaya zamanı yoktu ve kitabı ona vermeden önce okumak istedim …

Son yıllarda, erotik kitaplara karşı ilgi oldukça yüksek. Geçen yıllarda, Frankfurt’da düzenlenen kitap fuarı izlenimleri anlatmak için gazetecilerimizden birisini dinlemiştim; Sanal dünyanın getirdiği yenilikler ve insanların geçim sıkıntılarını, önemli neden göstererek, günümüz okurlarının, fuarda ilgi odağı; pornografik ve hafif edebiyat, olduğunu dile getirmişti.

Devrettiğim son romanla hafif ve pornografik edebiyat ne olduğunu öğrendim.
Kitabı yeğenime versem mi diye kara kara düşünüyorum…Ben hiç beğenmedim ve ilk kez bir roman için harcadığım zamana üzüldüm.

SEVGİLİMİNDEN SON MEKTUP- JOJO MOYES





Mezotelyoma nedir ?

Bu soruyu, altı ay önce, birisi bana sorsaydı eğer, aval aval bakardım yüzüne…

Oysa 15 Aralık 2013 tarihinde devrettiğim romanda, sözü geçen bu hastalığın (evlerden ırak ) adı geçince, konu hakkında epeyce bilgi sahibi olduğumu fark ettim. 21 Aralık 2013 tarihinde, iş sağlığı ve güvenliği sınavına hazırlanırken, arada dinlenmek için elime almış olduğum romanda, asbest mineralin ve onun yol açtığı bu hastalığın bahsi geçmesi tesadüfü, ilginçti.

Sevgilimden Son Mektup kitabını neden edindim?

Jojo Moyes’in ilk kitabını komşu arkadaşımın kütüphanesinde gördüm. Eh reklamlar !.. Kitap siteleri, uğrak yerlerim olduğu için, kitap tanıdık geldi…Okumak istediğimden çok emin olamasam da komşu arkadaşımla aynı kitapları veya yazarları okumayı severiz, çünkü dedikodularını yapmaktan karşılıklı hoşlanırız. Velhasılıkelam, Yazarı biraz araştırdım ve ülkemizde yayımlanan son kitabını edindim. Günümüzün yazarlarını merak ediyorum…Aynı anda paylaştığımız dünyayı, farklı coğrafyalarda anlatılan hikayelerin konuları ilgi alanımda…Jojo Moyes ve ben, hemen hemen aynı kuşağın insanları olmamız da, sebeplerden birisiydi…


Kitap hakkında düşüncelerime, önce eleştirilerimle, başlayayım. Kocaman tebessüm ettim… Kendimi eleştirmen mi sanıyorum ne! Hayır! Kitaplar hakkında yazmayı seviyorum…Bu çok çok çok uzun zaman önce yapmış olduğum eylemdi ve eskilerde, ödev olmasına rağmen, keyifle yaptığım bir işti. Roman okunmasına çabuk okunuyor, fakat çok çok yüzeysel…Karakterleri, hiç ama hiç canlandıramadım hayalimde… Kitapta anlatılan olayları, yaşananları ve duyguların zerresini hissedemedim. Romandan hiçbir çarpıcı sahne anlatamam… Bir ay sonra muhtemelen romandan bir şeyler hatırlayamam…Bir de üstelik romanın ismi yine yanlış tercüme edilmiş, bana göre isim ; Sevgiliden Son Mektup, olmalıydı…

Peki bu kadar olumsuzluk varken ne diye okumaya devam ettim?

Asbest konusu, diyemeyeceğim tabii…Fakat romanda bu mineralin adı geçmesi, "sınava hazırlanırken, ne diye roman okuyorum?”, vicdan azabıma iyi geldi diyebilirim. İç sesimi susturmayı başardım, hazırlıklarıma mütevazi konu vardı ne de olsa! Asbest son derece zararlı bir mineral ve 1960 yıllarında, yararlarına karşı, neden olabileceği hastalıklar yeni keşfedilmiştir. Asbestin kullanımı pek çok ülkede yasaklanmıştır . Ülkemizde de yasaklanan türleri ve kullanımı ile ilgili yayımlanan iş sağlığı ve güvenliği yönetmeliği mevcuttur.

Roman beni çok uzaklara götürdü…Başlıklarda 1960 ve 1964 yıllarını görmek bile yeterince tanıdık ve nostaljikti. Aslında romanın konusu güzeldi, olay örgüsü, romanın girişi, gelişmesi ve sonunu ben çok beğendim…Eksik olan duygu geçişleriydi…Bazı kalemler çok güçlü olabiliyor ve kelimelerle büyük etki yaratabiliyorlar…Satırların arasında şimşekler çaktırabilmek…Neon ışıklar saçtırabilmek…Bunlardan yoksundu roman.

Mektupların önemli iletişim aracı olduğu dönemi dolu dolu yaşadım. Pek çok mektup yazdım…Pek çok mektup aldım… Postacıyı beklemek ne olduğunu iyi bilirim. Kitabı, beni, anılarıma sürüklediği için, sonuna kadar okuyabildim. Romanda, 1960’lı yıllarının havasını teneffüs edememiş ve her ne kadar beklediğim kadar o yılların güzelliklerini hissedememiş olsam da, anılarım bu eksikliği tamamlamış oldu. Misal mi ?
“ Anthony televizyonu kapattı, ekranın ortasında beyaz nokta kaybolduktan çok sonra bile şaşkınlığından kurtulamamıştı.”
Eve ilk siyah beyaz televizyonun gelişini anımsattı bu cümle…O heyecanım….Beyaz nokta kaybolmadan, televizyonun önünden, katiyen ayrılmazdım…

Sonra bu roman, bana başka bir romanın sahnesini hatırlattı…Asbestin, sağlık açısından çok tehlikeli olması, masum insanların ölümüne neden olması ve hakkında saklanan gerçekler …Para, sen nelere kadirsin! Konu aslında önemli; birilerin kazançları zarar görmemesi için, gizlenen gerçekler. Göz göre göre, ölüme sürüklenen insanlar... Neden ise para... Konu, hakikaten çok önemli, fakat romandaki olaylar, kahramanlar ve anlatılmaya hedeflenmiş duygular gibi, çok çok yüzeysel işlenmiş ve havada kalmıştır.

18 Aralık 2013
Bursa