Stefan Zweig, nedensiz uzak durduğum bir
Yazardır. Bir tek Değişim Rüzgarı romanını okumuştum, bundan otuz
yıl kadar evvel ve hâlâ konusunu
hatırlıyorum, anlatımı bende iz bırakan kitaplar
arasında yerini almıştır…
Uzun aradan sonra tekrar Yazarın bir uzun hikayesini devrettim, Amok Koşucusu. Anlatım etkileyiciydi, en azından bana göre, bazı sahneler içime işledi. Kahramanların ruh hallerini, hem çok doğal, hem basit dilde, hem anlaşılabilir şekilde anlatılabilmiş bence Yazar, fakat bunun yanı sıra okurken son derece karamsar havaya büründüm, içime anlatılamaz kasvet çöktü yine ve kitabı bir an önce bitirmek istedim…
Hikaye, isimsiz anlatıcının, 1912’de “ Oceania” transatlantiğiyle Hindistan’dan Avrupa’ya yolculuğu ile başlıyor. İsimsiz anlatıcı, tabuttan farksız olan kamarasında rahatsız olduğu için, gece yarısı nefes almak için güverteye çıkıyor; “Öylece durdum ve gökyüzüne baktım; kendimi, yukardan sıcak suyun döküldüğü bir banyoda gibi hissediyordum, elimi yıkayan tek şey o beyaz ve ılık ışıktı; omuzlarıma, başıma yumuşacık dökülüyor adeta içime işliyordu, çünkü içimdeki bütün karanlıklar birdenbire aydınlanmıştı. Özgürleşmiş gibi nefes alıyordum; arınmış, bir anda saadete kavuşmuştum.”
Okurken ben de kendimi bir an için okyanusun ortasında bir geminin güvertesinde hayal ettim, ışık olmayınca, bulutsuz gecelerde yıldızlar çok parlak ve yakın gözüküyor, tam da Yazarın söz ettiği ”beyaz hiyeroglifler” gibi… Bir yerde rahat oturup ya da bir şezlonga uzanıp, onları izlemeyi kim sevmez ki ?!
Hikayenin devamında, bir doktorun, daha doğrusu bir adamın, çünkü nihayet, doktorlar da insanlar, bir kadına karşı duyduğu, karmaşık duyguların sürükleyici hikayesini dinliyoruz. Ben okumadım, dinledim âdeta…
Amok bir yerel hastalık olduğunu bilmiyordum,
öğrendim…Hakikaten, İbni Haldun çok haklı, “coğrafya kaderdir” ve hepimiz, doğduğumuz ve
yaşadığımız coğrafyanın az çok etkisini taşıyoruz. Son zamanlarda yazları
Türkiye’de sık sık çöl sıcakları yaşadığımızda, havanın etkisini bizzat
üzerimde, Zweig’in tarif ettiği gibi hissediyorum “…insanın iliklerine işler,
halsiz ve bitkin düşersiniz, pelteleşir,
denizanası gibi olursunuz.”
O yüzden sıcak ülkelerin insanları tembel olur, bir deniz anası ne kadar haraketli olabilir ki?! Genelde iki ya da üç kitap aynı anda okurum, okuldan kalmış bir alışkanlık ve tamamen tesadüfen, Amok Koşucusu ile birlikte, Roy Jacobsen’in Görülmeyenler romanı denk geldi. Aynı dönemler, fakat çılgınca farklı coğrafyalarda… Jacobsen, Lotofen Norveç bölgesinde yaşayan beş kişilik bir balıkçı ailesinin 1913’ten 1928’e uzanan hikâyesini anlatıyor…Orada insanlar feci soğukla mücadele ettikleri için, pelteleşmeye hakları yok, çünkü hayatta kalamazlar…Daha dinç ve daha çok çalışmak zorundalar hayatta kalabilmek için ve haliyle işlerini kolaylaştırabilmek için kafalarını da daha çok çalıştırıyorlar...Bu da benim doğru ya da yanlış düşüncem, dolayısıyla kendime göre, neden teknolojik gelişmeler, genelde daha soğuk ülkelerde öncü olduklarının açıklamalardan birisi belki... Konuyu yine dağıtmaya başardım, çok konuşan, fakat somut bir şey anlatmayanlar geldi aklıma, ne de olsa coğrafya kaderdir : ))))
Amok Koşucusu’nu okuduğum sürece, “İnsanım, insana
dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir!” Terentius'a ait
olan vecize dönüyordu aklımda, çünkü çok sahiciydi dinlediklerim… Kitabı tek kelimeyle tarif etmem gerekirse, kasvet, derdim.
Okuduğum kitapların düşündürdüklerini,
hissettirdiklerini, anımsattıklarını yazmak, benim için hiçbir zaman kolay olmadı, çünkü dile ( Türkçe'ye ) tam hakim değilim hâlâ , fakat buna rağmen eskiden daha çok yazardım.
Giderek bu eylemin güçleşmesinin sebebini kendimce anlamaya çalışıyorum; elde tembellik
var bir kere, fakat bu durumumun altında yatan başka sebepler de olsa gerek… Devretmiş olduğum kitapların
listesi artarken, yazmayı erteledikçe, kitap günlüğüm yerinde sayıyor…
Bu gün için kitaplarla ilgili son durumumu özetlemem
gerekiyorsa;1. Kitap yorumları okuma ve araştırma, 2.Kitap edinme, 3. Kitap okuma , 4. Kitap
günlüğümde yazma…
Soru: Bir ülkede, yabancı edebi bir eser kaç kişi tarafından tercüme edilir? Bir, üç, beş, yedi, on, yirmi… Offff
En son devrettiğim Amok Koşucusu kitabını edinme aşamasında, şaşırtıcı bir gerçekle
karşılaştım… Benim bulduğum yirmi beş (25 ) farklı çeviri, belki de sayı daha da fazladır…Üşenmedim ve tek tek bulduğum
isimleri yazdım;
Merve Doğruer, Gülperi Sert, Mehmet Ortaç, Ebru
Akyürek, Elvan Aytekin, Aycan Özüpek, İlknur Özdemir, Songül Albayrak, Tahir Sami Eren, Özden Saatçi Karadana, Eşref Gökçe, Leyla
Uslu, Mehtap Kazar, Muhsin Altıntop,
Senem İnal, Semiha Yücesoy, Sarp Kanşay,
Selçuk Ünlü, H. Merve Çakmak, Safer Gürensel, Gizem Özlem Demirtaş,
Serdar Yüce , Aslı Güçlü, Levent Bakaç ve benim okuduğum Murat Demir…
Tamam kısacık bir kitap, ama, çeviri çok ciddi bir iş… Elbette ki saydığım isimlere bir gönderme yapmıyorum, umarım hepsi işini ciddiye almışlardır, yine de bu rakam bana çok tuhaf geldi…Mübalağa etsem, neredeyse kitabın okuyanı kadar tercümesi de var…Gülsem mi ağlasam mı halimize bilemedim.
Şimdilik, benim bilgim dahilinde, bir kitabın en çok Türkçe çevirisi olan Amok Koşucusu birinci
sıraya yerleşti…
En’ler, ilk’ler, böyle gereksiz bilgiler toplamaya bayılıyorum… Tesadüfen bulduğum bu şaşırtıcı bilgi, başka en’leri bulmamı teşvik etmiş oldu. Bu satırlarımı okuyanlarla ve elbette ki ilgi duyanlar varsa nette ( şimdi herşey çok kolay! ) kısa bir araştırma sonucu bulduklarımı ı paylaşıyorum;
Türkiye’de 2016’da kişi başı okunan 8.4 kitapla dünya
okuma alışkanlığı sıralamasında 86’ncı olmuşuz. Günde ortalama bir dakika kitap okuyormuşuz ve o bir dakikayı da
en çok Stefan Zweig’a ayırıyormuşuz ( ! ) zira en çok satan O.
Bu gün, dünyanın en çok çevrilen kitabı, İncil'dir.
Dini yayınları hariç tutarsak, dünyanın en çok
çevrilen kitabı Carlo Collodi'nin "Pinokyo" 1883 yılındaki ilk
baskısından beri 260'tan fazla dile çevrilmiş.
Antoine de Saint Exupéry'nin "Küçük Prens"i de büyük başarı göstererek 1943 yılındaki ilk baskısından beri 253 dile çevrilmiş.
Dünyada en çok
satılan kitap ise ;İki Şehrin Hikayesi-Charles Dickens
Uzun incelememi Stefan Zweig hakkında yeni öğrenmiş olduğum bilgiyle uzun incelememi sonlandırıyorum. “ Çok varlıklı bir aileden gelen Stefan Zweig’ın, paranın da yardımıyla müzik konusunda 20. yüzyılın en kapsamlı koleksiyonlarından birinin sahibi yapıyor. Yazarımız, Mozart ve Beethoven’dan başlayarak Strauss ve Mahler’e kadar bütün manüskrileri toplamış, İngiltere’ye kaçarken koleksiyonu da kaçırabilmiş, üstelik Beethoven’ın yazı masasını bile taşımış ve romanlarını hep bu masanın başında yazmış.”
02 Temmuz 2019
Bursa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder