Raul Mendizabal kiralık katildir. Ama öyle bildiğimiz kiralık katillerden değildir, bunu meslek edinmiş ve işini o kadar özenle yapmaktadır ki bu “meslekte” en iyisi olmayı başarmış. Hikaye bir emir ile başlar: bir cinayet işlemesi gerekir. Kurbanın adı Rodolfo Külpe, otuz ile otuz beş yaş arasında, Belgrano mahallesinde yaşıyor ve ortadan kaldırılmalı. Bu kadar. En azından Mendizabal'ın bildiği her şey. Aynı gece, gölgelerde gizlenmiş, birkaç saatliğine Külpe'yi bekler, en sonunda gelene kadar görür, ama onu öldürmez. Kurbanı hakkında daha fazla bilgi edinme ihtiyacı var. Kim o? Onu neden öldürmek zorunda?
Kitabı tek cümleyle tarif etmem gerekirse; Psikolojik sesi olan bir polisiye roman, içeriğinde basit bir hikaye ve karmaşık arka plan.
Yeni bir kitaba başlamak beni çok heyecanlandırıyor, bir yere yapılacak yolculuk gibi…Tanımadığım ve ilk kez okuyacağım bir yazarsa şayet, heyecanım biraz daha artıyor, tıpkı hiç görmediğim , yeni yerlere ilk kez giderken gibi…>
Bazan düşünürüm, hangi tür kitapları okumaktan hoşlanırım diye, fakat bu sorunun cevabını bulamıyorum…Her tür kitap okumayı seviyorum ve yazılmış her kitaba şans vermek istiyorum. Yapılmış bir istatistiğe göre insanın ömrü boyunca okuyabileceği kitap sayısı beş bin adet , hâl böyleyken, sayı çok sınırlıyken , seçici olmak gerekiyor… Neye göre seçici olmak gerekiyor? Bunu da bilmiyorum ve kitap okur macerama kendi kendime, öylesine devam ediyor.
Çok uzun zaman oldu yine yazmayalı, okumuş olduklarım birikiyor , fakat yazmaya fırsat bulamıyorum, oysa okuduğum kitaplar hakkında, düşüncelerimi, hissettiklerimi yazmayı ihmal etmek istemiyorum…Bu sayfamı seviyorum , çünkü; hem kitap günlüğümü oluşturuyorum, hem mütevazi olarak kısa otobiyografik notlarımı burada yazabiliyorum, hem yıllar sonra kendi yazdıklarımı okumaktan müthiş haz alıyorum, hem eski roman kahramanlarla, beni etkilemeye başarmışlarsa, tekrar buluşma fırsatı yakalıyorum…
Kimsenin uzun uzadıya okuma sabrı kalmadığı için, kısa yazmak istiyorum, ama bir türlü beceremiyorum, yazdıkça yazasım geliyor, bu cümleyle kocaman gülümsüyorum… Biraz önce sıraladım bu sayfamı neden sevdiğimi, burada kendi kendime tartışma fırsatı da buluyorum, mesela; okumak mı, yazmak mı daha keyifli diye…Okumak sanki daha güzel ve daha keyifli, daha çok içe dönük bir eylem, yazmak ise kapıları açmak gibi geliyor, ben burada okuduklarım hakkında yazdıklarımı, ilgisini çekecek okurlarla paylaşıyorum.
Konuyu saptırmadan, yeni tanışmış olduğum José Pablo Feinmann hakkında ulaşabildiğim kısa biyografik bilgilere yer vermek istiyorum; José Pablo Feinmann Arjantinli filozof, yazar, 29 Mart 1943'te Buenos Aires, Arjantin'de doğdu, burada yaşadı, üniversitede felsefe eğitimi gördü ve ders verdi. Sayısız denemelerin ve romanların yanı sıra, başarılı şekilde ekrana getirilen oyun ve senaryoların da yazarıdır. 8 Ağustos 1988'den beri María Julia Bertotto ile evli ve üç çocuğu vardır.
Böylelikle, kitap okur macerama bir Arjantinli Yazar eklendi ve kitap sayfaları içinde Buenos Aires’de gezinme fırsatı yakaladım,” Avellaneda’yı geçerken, mermi iriliğinde doluyla karışık, kulakları sağır edici bir gürültüyle inen sel gibi yağmur…” Tabii şehri görmediğim için mekanlar biraz sönük kaldı hayalimde, fakat, Latin Amerika ülkeleri ilgi alanımda ve dolayısıyla hayal gücümle olduğu kadar canlandırabildim.
Romana dönecek olursam, Mendizabal’ın yalnızlığı, yaşlanmanın ilk farkındalığı, her zaman yemeğini tek başına yediği bar ve restoranların yalnız atmosferi beni etkiledi. Sıra dışı, Strauss valslarının hayranı, usta bir fotoğrafçı ve aynı zaman usulsüz işler çeviren, hiçbir örgüte bağlı olmayan tek başına bir katille birlikte hızlı sona eren ve sürprizli kitap okur macerasıydı.
Polisiye olunca, ipucu vermemek adına pek fazla yazamıyorum, ama kitap sevdiğim tarzda yazılmıştı. Benim illa katili bulacakmışım gibi gayem olmadı hiçbir zaman, yöntemler, sebepler, nedenler, hikayenin örgüsü, iç hesaplaşmalar vb. konular daha çok ilgimi çekiyor.
İlginç bir tesadüfe denk geldi bu kitabı okumam; tüm Dünyanın ilgisini çeken, öldürülen veya kaçırılan Cemal Kaşıkçı olayı. Gazeteci 2 Ekim Salı 2018, nişanlısı Hatice Cengiz ile evlenebilmek için, Suudi Arabistan'daki eşinden boşandığına dair gereken evrakları almak üzere Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'na girdi ve bir daha haber alınamadı. Ben şahsen bu olaydan hiçbir şey anlayamadım. Nedenlerini tartışmıyorum, doğru veya yanlış, fakat bir adamdan kurtulması gerekiyorsa bunu bu kadar aleni bir şekilde yapılmasına ne demeli! Raul Mendizabal gibi bir kiralık katil bu işi yapamaz mıydı ? Offf… Sahne ne yazık ki İstanbul…
Haberlere genelde, sadece kulak misafiri oluyorum, Cemal Kaşıkçı Kayseri kökenli ve çok çok zengin, milyar dolarlık servete sahip bir ailenin mensubu olduğunu duydum. Bu arada Dodi Al Fayed de Kaşıkçı ailesinden olduğunu anladım, yanılmıyorsam…Para sen nelere kadirsin!
Prenses Diana, 31 Ağustos 1997 tarihinde geçirdiği trafik kazası sonucu , Dodi Al Fayed ile birlikte hayatını kaybetmişti, ve yıllarca çözülemeyen soru; Lady Diana'nın ölümü bir kaza mı, yoksa cinayet mi?
Katiller sadece romanlarda yok. Yaşıyoruz…
Yine de tüm katiller sadece romanlarda olsunlar temennisiyle bu uzun yazımı noktalıyorum.
05.10.2018
Bursa
17 Temmuz 2025 Perşembe
5 Şubat 2025 Çarşamba
BEYAZ AT
2025 yılının, ilk seyrettiğim film Günün Geceye Borcu…Film 2012 yapımı ve bunca yıl ben böylesine güzel filme tesadüf etmemişim…
Eskiden daha çok zamanım vardı sanki, daha çok kitap okurdum, daha çok film izlerdim, daha çok tiyatroya giderdim ve daha çok sosyal aktivitelere katılırdım…İnternetin olumsuz yönlerine sarmadan ve esas konuyu kaynatmadan hemen bu mevzudan uzaklaşıyorum…
Kitap hakkında yazacaktım, film de nerden çıktı, şöyle, filmde bir sahne var, kız oğlana okuması için bir kitap veriyor…Hemen düştüm o kitabın peşine ve Beyaz At olduğunu öğrendim…Buradaki blog köşemde kitap hakkındaki düşüncelerimi paylaşmamışım, eski notlarımı buldum ve olduğu gibi o an yazdıklarımı paylaşıyorum ;
Beyaz At,17 Şubat 2013 tarihinde okumaya başladım ve 27 Eylül 2015 tarihinde devrettim...Zaman ne kadar çabuk geçmiş, sanki sadece bir kaç ay önce okumaya başlamışım gibi gelmişti.Kitap bunca zaman hep başucumdaydı ve arada başka kitaplar okumuş olsam da, Michel hep aklımın bir köşesindeydi...
Çoğu zaman tek kitap okumam, çocukluğumda da durum böyleydi. Açgözlülükten mi, daha çok kitap okuma isteğimden mi, ya da okul dönemimde zorunlu okumam gereken ve bana sıkıcı gelen bazı edebi eserlerin arasında kendi seçimlerimi serpiştirerek daha keyifli şeyler okuyabilmek için eskilerden kalan alışkanlıktan mı, kişilik özelliklerimden mi, sebebini tam bilmiyorum, fakat aynı anda birden fazla kitap okuyorum hâlâ…
Elsa Triolet ismini daha önce hiç duymamıştım…Teknolojik gelişmeler ve sanal ortamlarda oluşan kitap okur siteler, pek çok yeni yazar ve kitap tanımamı sağladı, ayrıca bu platformlarda okuduklarım hakkında, düşüncelerimi yazma ve kitap günlüğü tutma imkanı bulmuş oldum.
Kitabı okumaya başlamadan önce her zaman yaptığım gibi önce Yazar hakkında bilgi edindim. Kitap okur maceramda sevdiğim bir bölüm bu... Lise edebiyat öğretmenimi Vera Jelezarova'yı saygıyla anıyorum, bana bu alışkanlığı kazandırmıştı. Çok fazla kitap sohbetleri açılıyordu edebiyat derslerimizde, öğretmenimiz sınav eden her öğrenciye istisnasız sorardı; “En son okuduğun kitap?” Okuduğunuz kitabın yazarının adını söyleyemediyseniz şayet, vay halinize... Müthiş zeki, esprili ve engin kültüre sahip bir kadındı… Edebiyat derslerini iple çekerdim, en çok sevdiğim derslerden birisiydi, çünkü ders her an doğaçlama, müthiş eğlenceli kah bilgeli kah komik gösteriye dönüşebiliyordu...
Elsa Triolet, 1896 yılında, Yahudi bir ailenin kızı olarak Moskova' da dünyaya gelmiş...Triolet soy adını, ilk eşi olan Fransız subayından almış...Bu bilgileri öğrenmemiş olsaydım şayet, Beyaz At kitabın Yazarı kesin bir Fransız olduğunu düşünürdüm, Paris hayranı bir Fransız...Oysa, Elsa Triolet, Fransız olmadığı gibi, orada doğmamıştı bile, yine de Paris'e olan sınırsız sevgisini hissedebildim.
Bir şehrin denize kıyısı yoksa, bana göre elbette, güzelliği eksik kalır...Güzel bir şehir olması için, benim güzellik anlayışıma göre gayet tabii, mutlaka denizi görmeli...Paris bu konuda istisna olabilir mi ? Siene nehri bu eksikliği ne kadar örtebilir ? Kendime sorduğum ve cevabını bilmediğim sorular. Paris'i henüz görmedim, görmek istediğim şehirlerden birisidir fakat. Misal, Champs-Élysées; (Şanzelize) caddesini çocukluğumdan (Monte Kristo Kontu romanı okuduğumdan) bu yana merak ettiğim caddelerden birisidir...
Romanın satırlarında, Lowendal avönüsü, İnvalides meydanı, La Tour-Maubourg metro istasyonu,Siene Nehri, Concorde meydanı, Royale sokağı, Pigalle meydanı, Louvre, Notre -Dame, Montparnasse'den söz ediyordu Yazar ve ben bir gün kısmet olursa, yolum Paris'e düşerse bu yerleri gezebilmek için not ettim. "Ve Paris, nesi var nesi yoksa dökmüştü gene ortaya: Kokular ve gülümseyişler ve havada asılı o büyük bekleyiş...Sevgilinin girmek üzere olduğu aralık kapıyı andıran bir ilkbahar..."
Çok keyif alarak okuduğum bir roman oldu Beyaz At...Michel, özgürlüğüne ve piyanoya olan tutkusuyla, kolay kolay unutamayacağım roman kahramanlardan birisi oldu, hep duygularının peşine giden Michel... Sadece paranın, çok çok paranın bir insanı mutlu etmek için ne kadar yetersiz olduğunu harika anlatabilmiş Elsa Triolet.
Romada, Paris garında yaşanan bir sahne vardı ve ben çok etkilendim, Michel, bir şeyden emin olması gerekirdi ve emin oldu...O şeyi okuyanlar öğrenebilirler. Garlar hakikaten çok hüzünlü yerler...En son Ankara garında yaşananları, içim acıyarak ve bir şey yapamamanın çaresiziyle anıyorum...
Roman hakkında Albert Camus şöyle demiş;"Şaşkınlık verici bir yetenekler bütünü olan bu kitaptan, sürekli bir fişek şenliği seyretmiş duygusuyla ayrılıyor insan..." Michel saatlerce piyanonun başında söylediği bir şarkıya yer vermeden bu uzun kitap yorumu noktalayamıyorum;
“Unutmak istedim seni unutmak
Yedi nisan yedi mayıs dedim
Yedi gözyaşı yedi kılıç
Yedi bahar dedim of aman aman
Nasıl da geçiyor zalimce zaman
"Sonra da dokuz, on, yirmi diye devam ediyordu... Bitmesi için herhangi bir sebep yoktu şarkının."
Satırlar arasında büyülü bir vals duyar gibi oldum.
Hamiş; Atilla Tokatlı bu romanı mükemmel çevirmiş, tercüme okuduğumu tek satırda dahi hissetmedim.
25 Ekim 2015 Bursa
Eskiden daha çok zamanım vardı sanki, daha çok kitap okurdum, daha çok film izlerdim, daha çok tiyatroya giderdim ve daha çok sosyal aktivitelere katılırdım…İnternetin olumsuz yönlerine sarmadan ve esas konuyu kaynatmadan hemen bu mevzudan uzaklaşıyorum…
Kitap hakkında yazacaktım, film de nerden çıktı, şöyle, filmde bir sahne var, kız oğlana okuması için bir kitap veriyor…Hemen düştüm o kitabın peşine ve Beyaz At olduğunu öğrendim…Buradaki blog köşemde kitap hakkındaki düşüncelerimi paylaşmamışım, eski notlarımı buldum ve olduğu gibi o an yazdıklarımı paylaşıyorum ;
Beyaz At,17 Şubat 2013 tarihinde okumaya başladım ve 27 Eylül 2015 tarihinde devrettim...Zaman ne kadar çabuk geçmiş, sanki sadece bir kaç ay önce okumaya başlamışım gibi gelmişti.Kitap bunca zaman hep başucumdaydı ve arada başka kitaplar okumuş olsam da, Michel hep aklımın bir köşesindeydi...
Çoğu zaman tek kitap okumam, çocukluğumda da durum böyleydi. Açgözlülükten mi, daha çok kitap okuma isteğimden mi, ya da okul dönemimde zorunlu okumam gereken ve bana sıkıcı gelen bazı edebi eserlerin arasında kendi seçimlerimi serpiştirerek daha keyifli şeyler okuyabilmek için eskilerden kalan alışkanlıktan mı, kişilik özelliklerimden mi, sebebini tam bilmiyorum, fakat aynı anda birden fazla kitap okuyorum hâlâ…
Elsa Triolet ismini daha önce hiç duymamıştım…Teknolojik gelişmeler ve sanal ortamlarda oluşan kitap okur siteler, pek çok yeni yazar ve kitap tanımamı sağladı, ayrıca bu platformlarda okuduklarım hakkında, düşüncelerimi yazma ve kitap günlüğü tutma imkanı bulmuş oldum.
Kitabı okumaya başlamadan önce her zaman yaptığım gibi önce Yazar hakkında bilgi edindim. Kitap okur maceramda sevdiğim bir bölüm bu... Lise edebiyat öğretmenimi Vera Jelezarova'yı saygıyla anıyorum, bana bu alışkanlığı kazandırmıştı. Çok fazla kitap sohbetleri açılıyordu edebiyat derslerimizde, öğretmenimiz sınav eden her öğrenciye istisnasız sorardı; “En son okuduğun kitap?” Okuduğunuz kitabın yazarının adını söyleyemediyseniz şayet, vay halinize... Müthiş zeki, esprili ve engin kültüre sahip bir kadındı… Edebiyat derslerini iple çekerdim, en çok sevdiğim derslerden birisiydi, çünkü ders her an doğaçlama, müthiş eğlenceli kah bilgeli kah komik gösteriye dönüşebiliyordu...
Elsa Triolet, 1896 yılında, Yahudi bir ailenin kızı olarak Moskova' da dünyaya gelmiş...Triolet soy adını, ilk eşi olan Fransız subayından almış...Bu bilgileri öğrenmemiş olsaydım şayet, Beyaz At kitabın Yazarı kesin bir Fransız olduğunu düşünürdüm, Paris hayranı bir Fransız...Oysa, Elsa Triolet, Fransız olmadığı gibi, orada doğmamıştı bile, yine de Paris'e olan sınırsız sevgisini hissedebildim.
Bir şehrin denize kıyısı yoksa, bana göre elbette, güzelliği eksik kalır...Güzel bir şehir olması için, benim güzellik anlayışıma göre gayet tabii, mutlaka denizi görmeli...Paris bu konuda istisna olabilir mi ? Siene nehri bu eksikliği ne kadar örtebilir ? Kendime sorduğum ve cevabını bilmediğim sorular. Paris'i henüz görmedim, görmek istediğim şehirlerden birisidir fakat. Misal, Champs-Élysées; (Şanzelize) caddesini çocukluğumdan (Monte Kristo Kontu romanı okuduğumdan) bu yana merak ettiğim caddelerden birisidir...
Romanın satırlarında, Lowendal avönüsü, İnvalides meydanı, La Tour-Maubourg metro istasyonu,Siene Nehri, Concorde meydanı, Royale sokağı, Pigalle meydanı, Louvre, Notre -Dame, Montparnasse'den söz ediyordu Yazar ve ben bir gün kısmet olursa, yolum Paris'e düşerse bu yerleri gezebilmek için not ettim. "Ve Paris, nesi var nesi yoksa dökmüştü gene ortaya: Kokular ve gülümseyişler ve havada asılı o büyük bekleyiş...Sevgilinin girmek üzere olduğu aralık kapıyı andıran bir ilkbahar..."
Çok keyif alarak okuduğum bir roman oldu Beyaz At...Michel, özgürlüğüne ve piyanoya olan tutkusuyla, kolay kolay unutamayacağım roman kahramanlardan birisi oldu, hep duygularının peşine giden Michel... Sadece paranın, çok çok paranın bir insanı mutlu etmek için ne kadar yetersiz olduğunu harika anlatabilmiş Elsa Triolet.
Romada, Paris garında yaşanan bir sahne vardı ve ben çok etkilendim, Michel, bir şeyden emin olması gerekirdi ve emin oldu...O şeyi okuyanlar öğrenebilirler. Garlar hakikaten çok hüzünlü yerler...En son Ankara garında yaşananları, içim acıyarak ve bir şey yapamamanın çaresiziyle anıyorum...
Roman hakkında Albert Camus şöyle demiş;"Şaşkınlık verici bir yetenekler bütünü olan bu kitaptan, sürekli bir fişek şenliği seyretmiş duygusuyla ayrılıyor insan..." Michel saatlerce piyanonun başında söylediği bir şarkıya yer vermeden bu uzun kitap yorumu noktalayamıyorum;
“Unutmak istedim seni unutmak
Yedi nisan yedi mayıs dedim
Yedi gözyaşı yedi kılıç
Yedi bahar dedim of aman aman
Nasıl da geçiyor zalimce zaman
"Sonra da dokuz, on, yirmi diye devam ediyordu... Bitmesi için herhangi bir sebep yoktu şarkının."
Satırlar arasında büyülü bir vals duyar gibi oldum.
Hamiş; Atilla Tokatlı bu romanı mükemmel çevirmiş, tercüme okuduğumu tek satırda dahi hissetmedim.
25 Ekim 2015 Bursa
3 Ocak 2025 Cuma
ÖLÜMSÜZ AİLE
Aylar sonra inceleme yazmak için kitabın ilk sayfasını açtım ve kurşun kalemle düşmüş olduğum şu notumu gördüm
19.04.2024, Adana Portakal Festivali 10:30 uçağı PC2086 Sabiha Gökçen Havalimanı
Okuduğum kitaplar, hep yanımda oldukları için, sayfalarında düştüğüm küçük notlar sayesinde, son yıllarımda, günlüklerim olmuş oldu…Bu not, ilk kez gitmiş olduğum Portakal Festivalinden anılar canlandırdı gözümün önünde. Kısacık bir iki söz söylemem gerekirse, çok plansız, aşırı kalabalık, yine de rengarenk birkaç gün… Adana’yı her haliyle seviyorum.
Seyahat etmekten hoşlananlardanım, yeni yerler görmek beni hep mutlu etmiştir, bir yere gidecek olsam günler öncesinde bavulumu hazırlamaya başlıyorum ve böylece birkaç günlük kısa gezilerimin dahi heyecanını uzatmış oluyorum… Aslında söz etmişken şu bavul meselesine de değinmeden geçemiyorum, az öz eşya ile yaşamayı öğrenmek istiyorum fakat bunu bir türlü beceremiyorum, onu da alsam, bu da lazım olur, derken bakmışım bavul tıka basa dolmuş, aldıklarımın yarısını bile kullanmadan geri getiriyorum sonrasında üzülerek… Marie Kondo, ooo laf lafı açtı , merak edenler baksınlar, hayran olduğum birisidir…Tıklım tıklım doldurduğum bavulumu kapattıktan sonra, seyahat kitaplarımın seçimine girişiyorum…O sıralar okuduklarım arasından( en az üç kitap birlikte okurum genelde )ayrılamayacaklarım varsa, yanıma alıyorum, fakat genelde yeni bir şeyler seçiyorum… İşte 18.04.2024 tarihinde kitaplığımın önüne geçmiş, Adana seyahat için uygun bir şey aramaktaydım, ne zaman, nasıl, konusu ne olduğunun ve neden almış olduğumu bilmediğim bir kitaba ilişti gözüm, ÖLÜMSÜZ AİLE, işte bu dedi iç sesim…
Kendime kitap sürprizleri yapmaya bayılıyorum, bazan yanlış seçimlerden dolayı nahoş sürprizler de olabiliyor tabii ki, fakat herhalde tek bu konuda risk alabildiğim için, kendimle oynadığım bu kitap sürprizli oyundan vazgeçemiyorum.
Uçakla uçmayı pek sevmem, fakat mesafeleri kısaltmak adına mecburen biniyorum, işte kalemim, kitabım bana uçak korkumu yenmemde yardımcı oluyorlar…Uçak korkusu olan biri bu satırlarıma tesadüfen denk gelirse, işe yaradığını deneyebilir. Dikkatinizi, kaleme, yazıya, satırlara verebilirseniz, korkunun şiddeti azalabiliyor...
Seçme şansım varsa, uçakta mutlaka koridor koltuğu seçerim ve oturur oturmaz, çantamdan sürpriz kitabı ve kalemimi alırım…
Ve işte daha ilk satırlarıyla ÖLÜMSÜZ AİLE beni yakalayabildi, sözler su gibi akmaya başladı ve ben bulutların arasında adeta sürüklendim, nasıl geçti vakit hiç anlamadan, yumuşak bir inişle, ya da bana öyle geldi, Adana hava imanına indik…Kitabı devredemedim, devamı dönüş yolculuğuna kaldı…
Kitap incelemesi yazacaktım konu nerelere geldi…
Düşünmeye sevk eden, etkileyici ve baştan sona ilgi çekici bir hikâye, ana düşüncesi şu: "Sonsuza kadar yaşamak ister miydin?" Sonsuza kadar yaşaman gerekse hangi yaşta olmak isterdin? Kiminle sonsuza kadar yaşamak isterdin? Tuck'lar bu hediyeden/lanetten yararlandı mı? Miles neden karısına kaynaktan su vermedi? Oysa ben kitabın isminden böyle sorularla karşılaşacağımı hiç sanmamıştım, ben daha ziyade ölümsüzlüğü somut olarak değil, yapılan herhangi bir icraata dayanan sonsuzluk anlatılır gibi hayal etmiştim, çünkü kitap hakkında herhangi bir bilgi veya yorum okumamıştım.
Natalie Babbitt'i ve kitabını keşfetmem 59 yaşıma kadar nasıl sürmüş olabilir? sorusu eşlik etti okumam süresince… Bana göre çok şirin, hem çocuk, hem genç, hem yetişkinler için uygun kitaplarından biri. Evinin yakınındaki ormana kaçan ve gizli bir kaynaktan su içen yakışıklı bir genç adamı keşfeden on bir yaşındaki Winnie Foster'ın öyküsünü çok beğendim.
Natalie Babbitt o kadar canlı anlatımla yazabilmiş ki, ben hayranlıkla okudum, kasabayı, ormanı, baharı, gölü ve tüm mekanları görebildim. Karakterler de çok başarılı tasvir edilmiş, kötü adamı isimsiz bırakarak, insanileştirmemek, çok hoş bir dokunuş olmuş bana göre… Bu sade ve güzel hikaye, lirik dille ve o kadar büyük hassasiyetle yazılmış ki, çocuk edebiyatı klasiği olarak hak ettiği yerini almalı bana göre.
Yazar hakkında netten bulduğum kısa bilgileri paylaşıyorum; (28 Temmuz 1932 - 31 Ekim 2016), Amerikalı çocuk kitapları yazarı. 1982 yılında Hans Christian Andersen Ödülü'ne aday gösterilmiştir. Yazar 2012 yılında American Academy of Arts and Letters tarafından ilk kez verilen E.B. White Ödülü'nün de sahibi olmuştur. Yayıncılık dünyasına bir çizer olarak adım atan Natalie Babbitt, sayısız çocuk kitabını resimledi. Bugüne kadar on iki çocuk romanı kaleme aldı.
Okuduğum kitaplar, hep yanımda oldukları için, sayfalarında düştüğüm küçük notlar sayesinde, son yıllarımda, günlüklerim olmuş oldu…Bu not, ilk kez gitmiş olduğum Portakal Festivalinden anılar canlandırdı gözümün önünde. Kısacık bir iki söz söylemem gerekirse, çok plansız, aşırı kalabalık, yine de rengarenk birkaç gün… Adana’yı her haliyle seviyorum.
Seyahat etmekten hoşlananlardanım, yeni yerler görmek beni hep mutlu etmiştir, bir yere gidecek olsam günler öncesinde bavulumu hazırlamaya başlıyorum ve böylece birkaç günlük kısa gezilerimin dahi heyecanını uzatmış oluyorum… Aslında söz etmişken şu bavul meselesine de değinmeden geçemiyorum, az öz eşya ile yaşamayı öğrenmek istiyorum fakat bunu bir türlü beceremiyorum, onu da alsam, bu da lazım olur, derken bakmışım bavul tıka basa dolmuş, aldıklarımın yarısını bile kullanmadan geri getiriyorum sonrasında üzülerek… Marie Kondo, ooo laf lafı açtı , merak edenler baksınlar, hayran olduğum birisidir…Tıklım tıklım doldurduğum bavulumu kapattıktan sonra, seyahat kitaplarımın seçimine girişiyorum…O sıralar okuduklarım arasından( en az üç kitap birlikte okurum genelde )ayrılamayacaklarım varsa, yanıma alıyorum, fakat genelde yeni bir şeyler seçiyorum… İşte 18.04.2024 tarihinde kitaplığımın önüne geçmiş, Adana seyahat için uygun bir şey aramaktaydım, ne zaman, nasıl, konusu ne olduğunun ve neden almış olduğumu bilmediğim bir kitaba ilişti gözüm, ÖLÜMSÜZ AİLE, işte bu dedi iç sesim…
Kendime kitap sürprizleri yapmaya bayılıyorum, bazan yanlış seçimlerden dolayı nahoş sürprizler de olabiliyor tabii ki, fakat herhalde tek bu konuda risk alabildiğim için, kendimle oynadığım bu kitap sürprizli oyundan vazgeçemiyorum.
Uçakla uçmayı pek sevmem, fakat mesafeleri kısaltmak adına mecburen biniyorum, işte kalemim, kitabım bana uçak korkumu yenmemde yardımcı oluyorlar…Uçak korkusu olan biri bu satırlarıma tesadüfen denk gelirse, işe yaradığını deneyebilir. Dikkatinizi, kaleme, yazıya, satırlara verebilirseniz, korkunun şiddeti azalabiliyor...
Seçme şansım varsa, uçakta mutlaka koridor koltuğu seçerim ve oturur oturmaz, çantamdan sürpriz kitabı ve kalemimi alırım…
Ve işte daha ilk satırlarıyla ÖLÜMSÜZ AİLE beni yakalayabildi, sözler su gibi akmaya başladı ve ben bulutların arasında adeta sürüklendim, nasıl geçti vakit hiç anlamadan, yumuşak bir inişle, ya da bana öyle geldi, Adana hava imanına indik…Kitabı devredemedim, devamı dönüş yolculuğuna kaldı…
Kitap incelemesi yazacaktım konu nerelere geldi…
Düşünmeye sevk eden, etkileyici ve baştan sona ilgi çekici bir hikâye, ana düşüncesi şu: "Sonsuza kadar yaşamak ister miydin?" Sonsuza kadar yaşaman gerekse hangi yaşta olmak isterdin? Kiminle sonsuza kadar yaşamak isterdin? Tuck'lar bu hediyeden/lanetten yararlandı mı? Miles neden karısına kaynaktan su vermedi? Oysa ben kitabın isminden böyle sorularla karşılaşacağımı hiç sanmamıştım, ben daha ziyade ölümsüzlüğü somut olarak değil, yapılan herhangi bir icraata dayanan sonsuzluk anlatılır gibi hayal etmiştim, çünkü kitap hakkında herhangi bir bilgi veya yorum okumamıştım.
Natalie Babbitt'i ve kitabını keşfetmem 59 yaşıma kadar nasıl sürmüş olabilir? sorusu eşlik etti okumam süresince… Bana göre çok şirin, hem çocuk, hem genç, hem yetişkinler için uygun kitaplarından biri. Evinin yakınındaki ormana kaçan ve gizli bir kaynaktan su içen yakışıklı bir genç adamı keşfeden on bir yaşındaki Winnie Foster'ın öyküsünü çok beğendim.
Natalie Babbitt o kadar canlı anlatımla yazabilmiş ki, ben hayranlıkla okudum, kasabayı, ormanı, baharı, gölü ve tüm mekanları görebildim. Karakterler de çok başarılı tasvir edilmiş, kötü adamı isimsiz bırakarak, insanileştirmemek, çok hoş bir dokunuş olmuş bana göre… Bu sade ve güzel hikaye, lirik dille ve o kadar büyük hassasiyetle yazılmış ki, çocuk edebiyatı klasiği olarak hak ettiği yerini almalı bana göre.
Yazar hakkında netten bulduğum kısa bilgileri paylaşıyorum; (28 Temmuz 1932 - 31 Ekim 2016), Amerikalı çocuk kitapları yazarı. 1982 yılında Hans Christian Andersen Ödülü'ne aday gösterilmiştir. Yazar 2012 yılında American Academy of Arts and Letters tarafından ilk kez verilen E.B. White Ödülü'nün de sahibi olmuştur. Yayıncılık dünyasına bir çizer olarak adım atan Natalie Babbitt, sayısız çocuk kitabını resimledi. Bugüne kadar on iki çocuk romanı kaleme aldı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)