2 Kasım 2022 Çarşamba

 



Affedersiniz, Jokerinizi alabilir miyim?

Kitaplar çok eski ve hiç eksilmeyen tutkum ve bu  çok uzun soluklu özel merakımın içinde kitap araştırmanın ve keşfetmenin  önemli yeri vardır. Son keşfim olan İskambil Kağıtların Esrarı romanı hakkında yazıyorum bugün.

11 Eylül 2017 tarihinde , henüz oku(ya )madığım bir kitabın peşine düşmüştüm yine… Kullanılmış kitaplar ilgi alanımda oldukları için, öncellikle, ikinci  ellerini bulursam onları almayı tercih ederim, Fersude Sahafından( İzmir)  kitabı sipariş  etmek üzereyken, tek kitap  satın almak istemediğim  için,  sanal sahafta  gezinti yapmaya devam etmiştim, İskambil Kâğıtlarının Esrarı ismi gözüme takılana kadar, daha önce bu  kitabı duymamıştım, isim hoşuma gidince, içimde bir ses  “işte bu” demişti, hiç tereddüt etmeden ossaat kitabı satın almıştım, çünkü kendime böyle sürprizler yapmaya bayılırım.

Kitabı satın aldıktan sonra yazarı kim olduğunu merak edip bakmıştım, çünkü  Jostein Gaarder ismi de tanıdık gelmemişti. Küçük araştırma sonucunda, şimdi her şey çok kolaylaştı, yazarı anımsayamadığımı, fakat yazmış olduğu   Sofie'nin Dünyası  romanını  çok duyduğumu ve hatta  anlayamayacağımdan korktuğum için okuyamayacağımdan hayıflandığım  bir  felsefi roman olduğunu   çok iyi biliyordum ve bundan dolayı kendime hazırlamış olduğum sürprizden  memnun kalacağımdan şüphelendiğimi itiraf ediyorum. Suçlayacak birisi mi var? Çok eğleniyorum yazarken:) Hatta, keşke Yazarın kim olduğunu daha önce baksaydım diye kendi kendime kızmıştım, öğrenmiş olsaydım, kitabı edinemezdim sanırım…

 

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, sözünü severim,  romanı okumaktan müthiş keyif aldığımı söylemeliyim, hiç şüphelendiğim gibi çıkmadı ve    9 Ekim 2017 tarihinde devrettim. Jostein Gaarder, benim saygımı fazlasıyla kazanmış oldu…




Yazarın hayatı hakkında   edindiğim kısa bilgileri paylaşıyorum. Jostein Gaarder (d. 8 Ağustos 1952; Oslo), Norveçli yazar.
Annesi, Inger Margrethe Gaarder öğretmendi ve çocuk kitapları yazarıydı. Babası, Knut Gaarder Oslo'da kolej müdürlüğü yapıyordu. Jostein Gaarder 1971'te Oslo Кatedral Okulu'nu bitirdi. 1974'te evlendi. 1976 ve 1983 yıllarında iki oğlu oldu. 1976'da Oslo Üniversitesi'nde İskandinav dilleri (Norveççe), düşünce tarihi ve dinler tarihinden lisans eğitimini tamamladı.1981'de Ailece Bergen'e yerleşti ve Fana Koleji'nde on yıl boyunca felsefe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1991'de tekrar doğdu şehir Oslo’ya döndü ve tüm zamanını kitap yazmaya ayırdı.

Jostein Gaarder’ın bu kadar genç olduğuna şaşırmıştım doğrusu, ben Sofie’nin Dünyası Yazarının  hep  19.Yüzyıla ait olduğunu düşünmüştüm nedense…

Bu kadar uzun girizgahtan sonra , biraz romandan söz edeyim, İskambil Kağıtların Esrarı,  1990 yılında yayımlanmış ve çok emin olmamakla beraber Jostein Gaarder’ın ilk romanıdır.

İskambil kağıtların, mor gazozun , büyülü adanın öyküsü bir aile geçmişiyle birleştirilerek  harika bir roman çıkmış ortaya ve  son sayfasını devrettikten sonra, kendime sorduğum ilk soru; Neden bu romanı daha önce okumadım?

 Roman, 12 yaşındaki Hans Thomas ve babası, Norveç'ten, felsefenin doğuş yeri olan Yunanistan'a, bir çok yıl önce onları terk eden Hans Thomas'ın annesini aramak için araba gezisine çıkmalarıyla başlıyor. Yolda, Hans Thomas, gizemli minyatür bir kitap bulur ; 1842'de batmış bir geminin ve  iskambil  destesinin hayata geçirildiği garip bir adada anlatılan muhteşem anılar. Böylece bir hikaye içinde, bir hikaye  okudum  ve anlatımı çok başarılı buldum.

 Kitabın ilginç yapısı var,  her bölüm farklı bir iskambil kağıdı ile temsil ediliyor ve bölüm için  bir sözle ip ucu veriliyor.

Masal, hayal, gerçek, hayatın anlamı,  genel felsefi kavramlar  bir çocuğun adından heyecanla  anlatılıyor, çünkü anca bir çocuk varsa  bence heyecanın dozu arttırılabiliyor. Tuhaf bir cümle oldu, bu incelemelerimi sadece ben anlıyorum gibime geliyor, sonuçta ben öncellikle zaten kendim için yazıyorum…Neden paylaşıyorum mu ? Belki benim gibi birileri vardır ve bilgi edinmek isterler diye… Gülüyorum… Ben öğrendim her şeyi, insanlarla paylaşmayı severim.

Bizim kuşak, 70. Yıllar kuşağı,  iskambil kağıtlarıyla daha çok oynuyordu sanki, ya da bana mı öyle geliyor!? Gençliğimde  iskambil kağıtları hayatımın önemli  bir parçasıydı. Üniversite yıllarımda  misal çok kağıt  oyunu oynardık, o zamanlar internet yok,  kapalı demirperde bir ülke olan Bulgaristan’da eğlenceler kısıtlıydı ve yardıma kağıt oyunları geliyordu. İyi bir briç oyuncusuydum ve bazan yalnız kaldığımda kendime  kağıt falı bakardım…O yüzden kitabın ismini görünce içimde çok çok eski anılar canlandı, çünkü neredeyse Türkiye’ye ayak bastığımdan( 1989 yılı) bu yana, iskambil kağıdı hemen hemen hiç oynamadım. İskambil kağıtları, ben onlara kart diyorum, benim için nostaljik bir anıdan ibarettir.

Her konuda öğrenme meraklısı olduğum için, iskambil kağıtlarını kim buldu, nereden geliyor tarihleri  hakkında  netten biraz bilgi edindim ve çok  kısa paylaşıyorum; Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin’de ortaya çıktığı ve  ve 13. yüzyılda Marco Polo tarafından Avrupa’ya getirildiği tahmin ediliyor 14.yüzyıl Fransa'sında bugünkü şekillerle beraber oynandığı kesin ispatlanmış vaziyette.

Tekrar kitaba dönecek olursam, öylesine  basit fakat çarpıcı fikirlerle karşılaştım ki daha önce neden onları fark edemediğimi çözemedim.

"Astronotlar, üzerinde yaşam olan başka bir gezegen keşfetse, herkes müthiş şaşırır, yer yerinden oynar. Ama kendi gezegenlerinin varlığı hiç de şaşırtmıyor onları." diyor Hans Thomas’a babası ve devam ediyor,

" Hayatımız aslında hayret verici bir masaldan farkı yok, diye düşünüyordum. Buna rağmen çoğu insan dünyayı gayet "normal" buluyor. Ve bunu dengelemek için, normal olmayan bir şeyler arıyor hep, Marslılar gibi. Çünkü  dünya onlara hiç de bir bulmaca  gibi görünmüyor. Oysa benim durumum çok farklıydı. Ben  dünyayı garip bir rüya  sayıyordum ve bu rüyanın ne anlama geldiğini bulmak için akla  uygun bir açıklama aramaktaydım." 

Hayatın anlamını ve en esrarengiz yanı bu dünyanın  nasıl var olduğunu, yaşadığımız kürenin ne kadar anlaşıl(a)maz  olduğunu anlamaya çalışan bir baba, kesinlikle farklı birisi, tıpkı bir destedeki farklı olan Jokerler gibi; “ne sinektir, ne karo, ne kupa ne de maça. Her şeyin dışındadır, ötekilerle aynı yere ait değildir.” O yüzden bu sıra dışı babanın, büyükçe bir  çekmece dolusu, Joker koleksiyonu var  ve iskambil kağıtları oynayan bir grup gördüğünde,  tanımasa da, Joker toplama tutkusuna yenik düşerek  bu soruyla  onlara yaklaşıyor; “Affedersiniz, Jokerinizi alabilir miyim?

 Hikaye ilerledikçe varlık temaları, Tanrı'nın dünyadaki rolü, kader ve yaşamanın sevinci ya da dünyanın güzelliği her iki hikayede de çınlıyor ve ben  felsefi bir kitabın bu kadar kolay okunabileceğime şaşırıyordum…

Siz hiç bir destede kartların rakamlarını topladınız mı ? Ben hiç toplamamıştım doğrusu. Resimli kartları, resimsiz kartlara ilave ederek 11,12 ve 13 diye sayarsak 52 kartın toplamı tam tamına 364 yapıyor + 1 Joker etti size  365. Bir yılın günleri…

Peki iskambil renkleri kaç? Dört- Maça, Kupa, Karo Sinek

Bir yılın  mevsimleri kadar

 Peki destedeki 52 kart, Bir yılın  haftası kadardır  52 .

Bu basit gerçeği, romanı okumadan önce hiç fark etmemiştim.

 

İskambil renkleri konusunda az çok bilgim vardı yine de bilmeyenler için Jostein Gaarder’ın tanımına yer veriyorum;

“Karolar; Gümüş renkli saçları ve mavi gözleri

Sinekler ; Kahverengi saçları, esmer tenli ve  ve kahverengi gözleri

Kupalar; Sarı saçları ve yeşil gözleri

Maçalar ; Siyah saçlar ve kapkara gözler.”

İstediğim tüm cevapları alamamış olsam bile, eğlenceli ve gizemli  bir kitap okur macerasıydı. Seyahat etmeyi herkes  okumaktan keyif alır bence, çünkü kitapla birlikte pek çok yere gidiyorsunuz…Ben mesela    Arendal diye şirin bir kasaba keşfettim. Norveç, görmek istediğim ülkeler listesinin ilk sıralarındadır  ve kısmet olursa ve Norveç’e yolum düşerse, Arendal’ı   da görmek isterim…1990 yılında, kitabın yazıldığı yıl, Dünyanın en uzun Karayolu Tüneli St.- Gotthard olduğunu da öğrendim, yaklaşık 17 km , bugün için artık , Dünyanın üçüncü büyük Tüneli …İlkini de öğrendim 24,5 km uzunluğunda  ve  çok ilginç  coğrafyada… Gaarder bunu tahmin etmiş miydi acaba ? Merak edenler   kolayca öğrenebilirler… 

Türkiye'nin yapımı tamamlanan en uzun tüneli Ovit Dağı'nda bulunan, Ovit Tüneli'dir. Bu tünel, Rize ve Erzurum arasındaki karayol üzerinde yer alır. İkizdere- İspir mevkiinde bulunan Ovit Tüneli, toplam 14.346 metre uzunluğa sahiptir.

 Kitap hayalimde pek çok yerlere götürdü beni , gerçekte  ise benimle birlikteydi ilk kez gittiğim Pokut yaylasına ( 16 Eylül 2017 ). Karadeniz bölgemizin  pek çok yerini gezdim ve son yıllarda,  gelen yabancılarla doğal  güzelliğin acımasızca katledildiği gördükçe,  kendimi de bir parça  suçlu hissediyorum. Pokut yaylası,şimdilik, bakirliğini koruyabilmiş ender yerlerden biri, çok ama çok güzel… 

Uzattım, fakat son bir konuya değinmek istiyorum. Kitabın Karo Ası bölümüne…

Bundan birkaç yıl önce oğluma sorduğum bir soru; Oedipus kim? ve olumsuz cevabı sonrasında, bu soruyu pek çok kişiye sordum ve hayretler içerisinde, pek çok olumsuz cevap ile karşılaştım. Beni en çok etkileyen trajedilerden birisidir Oedipus ve romanın  Karo Ası bölümünde, baba oğluna bu trajediyi anlatıyor.

" Her zaman yeni fikirler çıkıyor ortaya. Hiçbir konu tekrarlanmıyor, hiçbir beste  iki kez yapılmıyor..." diyor Gaarder ve ben bu sözlerle  uzun incelememi noktalıyorum.

  

13 Aralık 2017

Bursa


5 Ağustos 2022 Cuma

AMOK KOŞICUSU - STEFAN ZWEİG

 

 

Stefan Zweig, nedensiz uzak durduğum bir Yazardır.  Bir tek  Değişim Rüzgarı romanını okumuştum,  bundan  otuz yıl kadar evvel ve hâlâ  konusunu hatırlıyorum, anlatımı bende  iz bırakan kitaplar arasında yerini almıştır…

Uzun aradan sonra tekrar Yazarın bir uzun hikayesini devrettim, Amok Koşucusu. Anlatım etkileyiciydi, en azından bana göre, bazı sahneler içime işledi. Kahramanların ruh hallerini, hem çok doğal, hem basit dilde,  hem  anlaşılabilir  şekilde anlatılabilmiş bence Yazar, fakat bunun yanı sıra  okurken son derece karamsar  havaya büründüm, içime anlatılamaz kasvet çöktü yine ve kitabı bir an önce bitirmek istedim… 

Hikaye, isimsiz  anlatıcının, 1912’de  “ Oceania”  transatlantiğiyle  Hindistan’dan Avrupa’ya yolculuğu ile başlıyor.  İsimsiz anlatıcı, tabuttan farksız  olan kamarasında rahatsız olduğu için, gece  yarısı nefes almak için  güverteye çıkıyor; “Öylece durdum ve gökyüzüne baktım; kendimi, yukardan sıcak suyun döküldüğü bir banyoda gibi hissediyordum, elimi yıkayan  tek şey o beyaz ve ılık ışıktı; omuzlarıma, başıma yumuşacık dökülüyor adeta içime işliyordu, çünkü içimdeki bütün karanlıklar birdenbire aydınlanmıştı. Özgürleşmiş gibi nefes alıyordum; arınmış, bir anda saadete kavuşmuştum.” 

Okurken ben de kendimi bir an için okyanusun ortasında bir  geminin güvertesinde hayal ettim, ışık olmayınca, bulutsuz gecelerde yıldızlar çok parlak  ve yakın gözüküyor,  tam da Yazarın söz ettiği ”beyaz hiyeroglifler” gibi… Bir yerde  rahat oturup ya da bir şezlonga uzanıp, onları izlemeyi kim sevmez ki ?!   

Hikayenin devamında,  bir doktorun, daha doğrusu bir  adamın, çünkü nihayet, doktorlar da insanlar, bir kadına  karşı duyduğu, karmaşık duyguların sürükleyici hikayesini dinliyoruz. Ben okumadım, dinledim âdeta… 

Amok bir yerel hastalık olduğunu bilmiyordum, öğrendim…Hakikaten, İbni Haldun çok haklı,  coğrafya kaderdir” ve hepimiz, doğduğumuz ve yaşadığımız  coğrafyanın az çok  etkisini taşıyoruz.  Son zamanlarda  yazları  Türkiye’de sık sık çöl sıcakları yaşadığımızda, havanın etkisini bizzat üzerimde, Zweig’in tarif ettiği gibi hissediyorum “…insanın iliklerine işler, halsiz ve bitkin düşersiniz, pelteleşir,  denizanası gibi olursunuz.”

O yüzden sıcak ülkelerin insanları tembel olur, bir deniz anası ne kadar haraketli olabilir ki?! Genelde iki  ya da üç kitap aynı anda okurum, okuldan kalmış bir alışkanlık ve tamamen tesadüfen, Amok Koşucusu ile birlikte, Roy Jacobsen’in Görülmeyenler romanı denk geldi. Aynı dönemler, fakat çılgınca farklı coğrafyalarda… Jacobsen, Lotofen Norveç bölgesinde yaşayan  beş kişilik bir balıkçı ailesinin 1913’ten 1928’e uzanan  hikâyesini anlatıyor…Orada insanlar  feci soğukla mücadele ettikleri için, pelteleşmeye hakları yok, çünkü hayatta kalamazlar…Daha dinç ve daha çok çalışmak zorundalar hayatta kalabilmek için  ve haliyle işlerini kolaylaştırabilmek için kafalarını da daha çok çalıştırıyorlar...Bu da benim  doğru  ya da yanlış  düşüncem, dolayısıyla kendime göre, neden  teknolojik gelişmeler, genelde daha soğuk ülkelerde öncü olduklarının açıklamalardan birisi belki... Konuyu yine dağıtmaya başardım, çok konuşan, fakat somut bir şey  anlatmayanlar geldi aklıma, ne de olsa coğrafya kaderdir : ))))

Amok Koşucusu’nu okuduğum sürece, “İnsanım, insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir! Terentius'a ait olan vecize dönüyordu aklımda, çünkü çok sahiciydi dinlediklerim… Kitabı tek kelimeyle tarif etmem gerekirse,  kasvet, derdim.

 Bundan sonra, zaman kaybetmemeniz için, okumanıza gerek yok… Kasveti dağıtmak için biraz gevezelik yapmak geliyor içimden : )

 ***

Okuduğum kitapların düşündürdüklerini, hissettirdiklerini, anımsattıklarını yazmak, benim için  hiçbir zaman kolay olmadı, çünkü dile ( Türkçe'ye ) tam hakim değilim hâlâ , fakat  buna rağmen eskiden daha çok yazardım. Giderek  bu eylemin  güçleşmesinin sebebini  kendimce anlamaya çalışıyorum; elde tembellik var  bir kere, fakat   bu durumumun altında yatan başka  sebepler de olsa gerek… Devretmiş olduğum kitapların listesi artarken, yazmayı erteledikçe, kitap günlüğüm yerinde sayıyor…

Bu gün için kitaplarla ilgili son durumumu özetlemem gerekiyorsa;1. Kitap yorumları okuma ve araştırma,  2.Kitap edinme, 3. Kitap okuma , 4. Kitap günlüğümde yazma…

 Bu sıralamadan pek memnun kalamadım, her neyse fazla lafı uzatmadan son devrettiğim kitap hakkında  edindiğim bilgiler ve düşüncelerimi yazıyor olmak içimi kıpır kıpır etmeye yetti.  Yıllar sonra, geçmişte yazmış olduğum satırları okumayı çok seviyorum, kitaplar hakkında, kendime yazılmış mektuplar gibi hissediyorum.  Başka zaman olan benden, o anki bana yazılmış notlar olarak da adlandırabilirim; genellikle  tebessümler içinde ve  çözmeye çalışarak okumama rağmen, olağanüstü keyifli  bir deneyim benim için…

Soru: Bir ülkede, yabancı edebi bir eser kaç kişi tarafından tercüme edilir?  Bir, üç, beş, yedi, on, yirmi… Offff

En son devrettiğim Amok Koşucusu kitabını  edinme aşamasında, şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştım… Benim bulduğum yirmi beş (25 ) farklı çeviri, belki de sayı daha  da fazladır…Üşenmedim ve tek tek  bulduğum isimleri yazdım;

Merve Doğruer, Gülperi Sert, Mehmet Ortaç, Ebru Akyürek, Elvan Aytekin, Aycan Özüpek, İlknur Özdemir, Songül Albayrak,  Tahir Sami Eren,  Özden Saatçi Karadana, Eşref Gökçe, Leyla Uslu,  Mehtap Kazar, Muhsin Altıntop, Senem İnal, Semiha Yücesoy, Sarp Kanşay,  Selçuk Ünlü, H. Merve Çakmak, Safer Gürensel, Gizem Özlem Demirtaş, Serdar Yüce , Aslı Güçlü, Levent Bakaç ve benim okuduğum  Murat Demir…

Tamam kısacık bir kitap, ama, çeviri çok ciddi bir iş… Elbette ki saydığım isimlere bir gönderme yapmıyorum, umarım hepsi işini ciddiye almışlardır, yine  de bu rakam bana çok tuhaf geldi…Mübalağa etsem, neredeyse kitabın okuyanı kadar tercümesi de var…Gülsem mi ağlasam mı halimize bilemedim.

Şimdilik, benim bilgim dahilinde, bir  kitabın en çok  Türkçe çevirisi olan Amok Koşucusu birinci sıraya yerleşti…

En’ler, ilk’ler, böyle gereksiz bilgiler toplamaya bayılıyorum…   Tesadüfen bulduğum bu şaşırtıcı bilgi, başka en’leri bulmamı teşvik etmiş oldu. Bu satırlarımı okuyanlarla ve elbette ki ilgi duyanlar varsa nette ( şimdi herşey çok kolay! ) kısa bir araştırma sonucu bulduklarımı ı paylaşıyorum; 

Türkiye’de 2016’da kişi başı okunan 8.4 kitapla dünya okuma alışkanlığı sıralamasında 86’ncı olmuşuz. Günde ortalama bir  dakika kitap okuyormuşuz ve o bir dakikayı da en çok Stefan Zweig’a ayırıyormuşuz ( ! ) zira en çok satan O.

 Dünyanın en çok çevrilen kitabı;

Bu gün, dünyanın en çok çevrilen kitabı, İncil'dir.

Dini yayınları hariç tutarsak, dünyanın en çok çevrilen kitabı Carlo Collodi'nin "Pinokyo" 1883 yılındaki ilk baskısından beri 260'tan fazla dile çevrilmiş.

Antoine de Saint Exupéry'nin "Küçük Prens"i de büyük başarı göstererek 1943 yılındaki ilk baskısından beri 253 dile çevrilmiş. 

Dünyada en çok satılan kitap ise ;İki Şehrin Hikayesi-Charles Dickens

Uzun incelememi Stefan Zweig hakkında yeni öğrenmiş olduğum bilgiyle uzun incelememi sonlandırıyorum.Çok varlıklı bir aileden gelen Stefan Zweig’ın, paranın da yardımıyla  müzik konusunda 20. yüzyılın en kapsamlı koleksiyonlarından birinin sahibi yapıyor. Yazarımız, Mozart ve Beethoven’dan başlayarak Strauss ve Mahler’e kadar bütün manüskrileri toplamış, İngiltere’ye kaçarken koleksiyonu da kaçırabilmiş, üstelik Beethoven’ın yazı masasını bile taşımış ve romanlarını hep bu masanın başında yazmış.

 


02 Temmuz 2019

Bursa

 

4 Ağustos 2022 Perşembe

YAMYAMIN KIZI

 


Uzun zamandır okuduklarım hakkında yazmayı erteliyorum ve ertelediklerim epeyce birikti, fakat yazmak zorlamakla olacak şey değildir, elbette ki disiplin mutlaka gerekir, fakat sanırım disiplini en çok kamçılayan istektir... Özlemişim  yazmayı ve yine klavyenin başındayım,  seviyorum bu eylemi ve öncelikle kendim için yazıyorum, çünkü kitap notlarımı oluştururken hem plasebo etkisi oluyor, hem zaman sonra kendi yazdıklarımı okumaktan  müthiş keyif alıyorum, sanki başka birisinin satırlarıymış gibi hissediyorum. Ayrıca kitap okur maceramda bu notlardan, geriye dönük, yolumun kesiştiği yazarları, kitapları ve kahramanları anımsıyorum ve çok eski dostlarımla yeniden karşılaşma fırsatı buluyorum.

Bu gün İspanyol gazetecisi ve çağdaş kurgu Yazardan ve kitabından söz etmek istiyorum, Rosa Montero. Yazarımız bir boğa güreşçisinin ve ev hanımının, kızı olarak, Madrid'in Cuatro Caminos şehrinde 3 Ocak 1951 tarihinde doğmuş . Çocukluk döneminde yakalandığı tüberküloz hastalığı yüzünden, beş ve dokuz yaşları arasında evde zorunlu olarak kalmış ve o dönemde yoğun bir şekilde okuma ve yazmaya başlamış. Daha sonra Madrid Beatriz Galindo Enstitüsü'nde Felsefe ve Sanat Okulunda eğitim almış, okuldan sonra 1976 yılında gazeteci olarak çalışmaya başlamış.

Okuduğum yazarlar hakkında az da olsa biyografik bilgiler edinmeyi seviyorum, şimdilerde bu çok kolay. Rosa Montero’nun fotoğraflarına baktım ve olumlu etkilendim, tanışmış olsaydık iyi arkadaş olabilirdik düşüncesi, tebessümler içinde geçti aklımdan...Neden mi ? Bilmiyorum, sadece gayriihtiyari , şimşek hızıyla yanan ve aynı hızla sönen bir düşünceydi…Belki de kitaptaki satırlardan, ya da çok doğal, samimi , güler yüzlü ve pozitif göründüğü içindir, belki makyajsız bir kadın olduğu içindir, abartılı makyajı hiçbir zaman sevmemişimdir, ya da takıları dikkatimi çektiği içindir, ortak takı tasarım zevkimiz olduğunu düşündüm. Ama bunlar tabii ki sadece fotoğraflara dayalı aklımdan geçen ve yakalayabildiğim düşünceler...Hiçbir şey göründüğü gibi olmadığını çoktan öğrenmiş birisiyim.

Yamyamın Kızı, 1997 yılında yayımlanmış ve ülkesinde ödül almış bir roman. Yine de kitabın ismini sevdim desem yalan olur ve bir kitapçıda rastlamış olsaydım okumak için tercih etmezdim. Kitap yamyamlıkla ilgisi olmamasına rağmen, okudukça öğrendim, şahsi düşüncem, isim pek çok okuru caydırmış olabilir.
 

Ben, okurların, okudukları kitapları hakkında yazdıkları yorumları okumaya çok seviyorum. Yamyamın Kızı kitabını, tesadüfen, bir kitap sitesinde gördüm,  hakkında tek yorum vardı ve ben kitaba  nedensiz bir şans vermek istedim. Ah ne lütuf! Gülüyorum…


Kitaba gelince, Lucia ve Ramon Viyana'da Yeni Yılı geçirmek üzere yola çıkar, fakat uçağın havalanmasına az kala, Ramon havaalanında kaybolur. O güne kadar evli çift, on (10) mülayim ve olaysız yıl geçirmiş. Durdu, durdu turnayı gözünden vurdu deyimi düştü aklıma şu an, ben bu deyimi ilk kez duyduğumda, turna bir kuş olduğunu bilmiyordum ve dart ile karıştırdığımı yıllar sonra öğrenmiştim. Romanın kurgusu bu kayboluştan devam ediyor…

Romanı tek kelimeyle tarif etmem gerekiyorsa, eğlenceli derdim, okumak keyifliydi. Felsefi , siyasi düşünceler ve yorumlar ölçülüydü ve ben sıkılmadan İspanya'nın yakın tarihi hakkında bilgi sahibi oldum. Romanda gizem vardı, macera vardı, kısmen arayış, yarı aşk hikayesi, farklı yaş grubu ve sınıf insanların hayatlarından kesitler. Zaman geçişleri oldukça başarılıydı, roman kah kahramanların adlarından, kah yazarın adından anlatılıyordu ve bu hareketlilik benim hoşuma gitti.

Romanın kahramanları bence oldukça başarılıydı ve ben onları hayalimde canlandıra-bildim.

Çocuk kitapları yazarı olan Lucia  ( romanın ana karakterlerden birisi ) kendini şöyle tarif ediyor;
" Her zaman ödlek bir insan olmuşumdur; öyle olmak için yeterince hayal gücü ve duygusal zaaf sahibiyimdir."
 Şirin Civciv Belinda  adlı kitabını  çok merak ettim, bence, hiç satış yapmamasına rağmen ( romanda bahsi öyle geçiyor ), içinde  benim sevebileceğim, çok güzel, hayal gücünü genişleten çocuk hikayeleri  vardı, tabii ki kitap da  ismi de  Rosa Montero’nun, beni de ortak ettiği,  bir hayal ürünüydü…


Eski matador, saygıdeğer Felix Roble ‘a göre ;” Yaşlanmak kaybetmek demek… Her şey sona eriyor, her şey yok oluyordu.”

Şaşırtıcı ve karmaşık Adrian;
" Hani Adrian'la bir yere ulaşmak istediğimden değildi, hiç ilgisi yoktu; ama bizim ilişkimiz bir oyun gibiydi; dünyayı aydınlatan ve insanı birazcık sarhoş eden, pırıl pırıl bir şeydi."

Başka İspanyol yazar okudum mu diye kendime sordum. Hafızımdan sadece Miguel de Cervantes çıktı. Konudan konuya atlıyorum , fakat kitabı okurken aklımdan geçenleri ve yakalayabildiklerimi not etmeye çalışıyorum.

Binlerce kitap yazılmıştır, fakat benim kitap okur maceramda, çok küçük bir kısmı ile buluşabiliyorum, bu sefer Rosa Montero’yu tanıdım ve sevdim.

Kitabın sayfalarında not etmiş olduğum şarkı: Kimse Bilmez.
 
Çok sevdiğim bir şarkıdır ve en çok dinlediğim dönemde bu romana denk gelmiş demek ki…

15 Şubat 2017
Bursa

17 Ekim 2014 Cuma

MİLYARDER - MİCHEL DE SAİNT PİERRE




Uzun zamandır bu kadar güzel kitap okumadım…

“Servet, mutlulukla katiyen bağdaşmayan bir şey” mi ? sorusuna cevap bulmaya çalışan, çok ama çok güzel bir roman.

Hikayeyi çok beğendim. Kahramanlar o kadar güzel anlatılmış ki, ben Michel de Saint Pierr’e hayran kaldım. Atilla Tokatlı da müthiş çevirmiş doğrusu, Türkçemizin tüm zenginliğini ortaya koymuş ve ben okumaktan çok büyük haz aldım.

Roman hakkında ne yazabilirim bilmiyorum, hissedebilmek için okumak gerekiyor…Yine de kendim için, kahramanları ve bazı olayları Yazarın sözleriyle , az biraz tanıtmak geliyor içimden.



 Romanın, isminden de belli olduğu gibi bir milyarderi var…
“Pırıl pırıl siyah bakışlı”, kısa boylu elli dört yaşındaki Georges Fabre Simmons. “Hangi durumda olursa olsun , hiçbir zaman şaşkınlığa düşmeyen, küçük insanlara kaba ve küçümseyerek davran(a)mayan” başarılı bir sanayici . Simmons kendisi için “Modern zamanların en büyük macerası, aile babasıdır…”diyor. Yazar , biz okurlara kahramanını şöyle anlatıyor ;“ İlhamla yürüyen bir bilim adamı gibidir Fabre Simmons, şair hayal gücüne sahip bir mantıkçıdır.”
Fabre Simmons çok ince zevke sahip bir insan evini, bürosunu nasıl dekore ettiğini okurken hayalimde canlandırabildim . Paradan çok kudrete sahip olmak isteyen, tam bir Richard Wagner hayranıdır.
“ Dinlemek sanatında da ustaydı Fabre Simmons”, dinleyebilen insanlara her zaman gıpta etmişimdir…
Yirmi küsur yıl karısına âşık bir adam ve kendisi şöyle anlatıyor ; “Françoise ilk gördüğümde, otuz bir yaşımdaydım. Dört hafta sonra da evlendim kendisiyle.”
“ Yay kemanı bulur gibi birbirini bulan, bir körün dudakları suya kavuşur gibi birbirine kavuşan iki vücudun o gizemli teması…Kısa ve hızlı ilişki düşkünlerinin hiç bir zaman tadamayacağı cinsten bir uyumdu bu.”
“ Evlilik hayatındaki bu ahenk, hayatının en büyük tutkularından olmuştur daima.”
İşine ve ailesine tutkun bir adam…Ama kendisi de söylediği gibi, bir ahtapot değil ve her yere aynı zamanda yetişmesi mümkün olamıyor, zaman zaman ailesini ihmal edebiliyor.

Francoise, kırk yaşlarını biraz geçmiş, zarif, yeşil gözlü, erkeklerin çekici bulduğu bir kadın…Çocuklarına düşkün bir anne…
“Nasıl yükseldin bu kadar?” soruyor bir keresinde, Francoise, kocasına;
“Sırlarımdan biri şu: Çok hızlı çalışırım ben ve kararlarımı daima yavaş yavaş almışımdır… Sonra da sezginin bu işteki payını katiyen unutmayalım. ”
Fabre Simmons, karısını “hükümdarlara lâyık hediyelere boğar, arzularını önceden sezip gerçekleştirme yoluna giderdi” bunun yanında karısını çok kıskanmaktadır, seven kıskanır derler, Simmons kıskançlığını şöyle dile getiriyor; “Kıskanç olmayanlar, kıskançlığın verdiği o incelmiş azabı hayal bile edemez…ve o sessiz kaygıyı, ormandaki vahşi hayvanlar gibi büzülüp saklanmağa koyulmuştu içinde. Ama yeniden geleceğini, uzun bir zulmü önceden seziyordu bütün açıklıyle”

Françoise, yeterince özgür olmadığını düşünüyor ve bunu kocasına anlatmayı deniyor, oysa Fabre Simmons kadınları anlayamadığı gibi, şu kadın- erkek diyalogunun güdüklüğünden acı duyuyor; "çünkü kabullenemiyordu bir türlü bu güdüklüğü.” Bu dudmu da anlayamıyor bir türlü;“ Hem aile güvenliği ister karılarımız bizden, hem de kişisel özgürlük.”

Faber Simmon’un iki çocuğu var, oğlu Roland ve kızı Cecile…Güzeldi kuşak arasındaki çatışmaları okumak…“ Bunların konuşmalarında ise ne gramer arayacaksın, ne imlâ! Sanırım kullandıkları kelimelerin sayısı yüzü aşkın değildir” – diyor baba, genç kuşak insanlar için.

Faber Simmon’un hem dostu hem de şirketinde çalışan Pierre Mazade kahramanımız;
“Sınırsız bellek gücü, diplomatik yatkınlığı , keskin gözlemci ve amansız eleştirici kafasiyle, eşi bulunmaz bir katalizör oluşu ” patronuna son derece yararlı ve ailenin içine girebilen nadir çalışanlardan birisidir. Aynı zamanda Mazade bir yazardır ve yazmak için zaman ayırması için sadece yarım gün çalışmaktadır .Fabre Simmons onu şöyle tarif ediyor; Şüpheci, alaycı, tembel, keyfine düşkün, kötü yürekli, ama belki de birisine candan bağlanan ve engin kültüre sahip birisi. Bence her iş adımına böyle renkli bir danışman gerek...Gülüyorum.
“ Aşkın karşısına daima yenik düşmeğe mahkûmdur insanoğlu” diyor Pierre Mazade,
kendisinin yenik düştüğü gibi...

Marcel Sangalles romanın diğer milyarderi, “yakasında daima kırmızı karanfil takar”
Son derece zeki yetmiş iki yaşında bir sanayici. Onun yaşamı ise şöyle; "Şu sırada üç kadınla birden yaşıyor üstat: Altmışlık bir Kanadalı hatun, kırk yaşında bir Fransız, ve…ve on altı yaşında Zenci kızı…”

Fabre Simmons’un son derce çirkin, kızıl saçlı sekreteri Sophie Blachard kahramanımız da var… Her insanda, güzel bir şey vardır, görmek isteyen için ve sekreterin “ uzun, ince, alabildiğine güzel bir ele” sahip olduğunu öğreniyoruz romanın sonlarında…
Yazar, Fabre Simmons’un bakımlı ellerinden söz ediyor, romanın başlarında, bu ayrıntıyı atlamadım, çünkü ben de önemserim insanların ellerini…

Bu romandan kolay kolay unutamayacaklarım;

Ateşe verilen, Roland’ın “en güzel kızlara bile tercih ettiği ” zeytin yeşili Triumph arabası…

“Simsiyah kocaman inci, beyaz atlastan yuvasının ortasında şeytani bir parıltıyla ışıldıyordu”

Ege denizinde satın alınan çok güzel bir ada ve bu adayı dolduracak mutluluk bulunabilecek mi?
Sorusunun cevabı, anca okuyanlar bulabilecektir.

12 Ekim 2014
Bursa

AŞK ÖLÜMDEN UYANIŞTIR - TESS GERRİTSEN

 


Kitap okumayı sevdiğim kadar, kitap araştırmayı da severim, yeni yazarlar keşfetmeye bayılırım… Bir kitap sitesinde Tess Gerritsen ismine tesadüf ettim, ilgimi çekti, Yazarın kitaplarına ve okur yorumlarına biraz baktım. Tess Gerritsen, Çin asıllı Amerikalı Yazar, 1953 doğumlu ve tıp doktoru olduğunu öğrendim. Daha önceleri okuduğum Mario Mazzanti’yi anımsattı bana Gerritsen ve bir kitabını okumaya karar verdim. Günümüzde yaşayan iki doktor, sonradan polisiye roman yazmaya karar vermişler, biri İtalyan, diğeri Amerikalı, biri erkek, diğeri kadın, ilginç bir okur macerası olacaktı benim için. Aynı zaman dilimi içinde paylaştığımız bu dünyanın, kendi yaşadığım coğrafyada veya herhangi bir başka yerinde yaşayan yazarlarının kitaplarını tanımak istiyorum.




 Tess Gerritsen’in, okurları tarafından en az beğenilen romanını okuyarak başlamak istedim, nedenini tam bilmiyorum…Belki de birkaç romanını okumak istediğim için, beğeni grafiğimi yükseliş yönünde olmasını tercih ettim. Ya da fazla gerilim okumak istemediğim için… Tam bilmiyorum, sonuçta AŞK ÖLÜMDEN UYANIŞTIR, romana karar verdim. Kitap ismi tuhaf geldi ve Gerritsen’in romanına koyduğu ismi merak ettim… Tabii ki yukarıdaki isimle yakından uzaktan ilgisi yok. Romanın orijinal ismi ;Keeper of the Bride (Her Protector)

Romanı çok çabuk devrettim, çünkü okunması kolaydı. Fazla gerilim ve heyecan olmadan, romantik film tadındaydı okuduklarım yine de Gerritsen’in üslubunu sevdim. Polisiye romanlarında, illa katili veya faili benim bulmam gerekmiyor…Failin kim olduğunu tahmin etmem veya yanlış tahminlerden sonra öğrendiğimde şaşırmam şart değildir, önemli olan, katilin gerekçeleri ve yöntemleri ilgimi çekiyor olması. İşte burada Gerritsen benim ilgimi çekmeye başaramadı, failin gerekçeleri bence çok basite indirgenmişti…Hikayede daha çok gizem olabilirdi.Bu muydu failin gerekçesi yani! hayretle ve hüsranla, dedim kendi kendime…

Yine de romanı okumaktan keyif aldım.

Okuduğum tüm polisiye romanlarında, kahraman polisimiz hep bekardır, bekar olmasa bile ya karısı ölmüştür, ya ayrılmışlardır, bir şekilde yalnızdır. Evli polis, polisiye romanlarında hiç tercih edilmediği karakter olsa gerek, düşüncesi tebessümler içinde geçti aklımdan, kitabı okurken. Hayatta aşk olmazsa sıkıcıdır…Bir romanda aşk yoksa ben okumaktan sıkılıyorum. Aşkın, gerçek aşkın, özünde sadakat ve dürüstlük olduğu için, polis kahramanımızın da kaçınılmaz yalnız olması gerekiyor galiba…

Amerikan aile ilişkileri hakkında düşünceler geçti aklımdan; Nina’nın annesi ve kocaları, babası ve karıları…Geniş aile kavramı, bizim Türk geniş aile kavramından çok çok farklı. Bizlerde bağlar çok sıkı, onlarda ise fazla gevşek…Dengeyi iyi kurmak gerekiyor.

"Sam, ona kendi varlığını kendi başına anlamlandırma anlayışı aşılayan bir annesi olduğu için şanslıydı."Bu cümleyi okuduğumda, oğullarım benim için ne düşünürler diye merak ettim.

22 Eylül 2014 tarihinde, büyük oğlum beni telefondan aradı ve Boğziçi Caz Korosu mülakatını geçtiğini ve koroya kabul edildiğini söyledi…Sesindeki heyecanı hissedebildim ve gözlerim yaşardı. Harika bir tenor olduğu konusunda yanılmamıştım. Çocuklarımın müzikle uğraşmalarını çok istedim, sadece kendileri için olsa bile, elimden geleni yaptım ve küçükken onları zorladığımı dahi inkar edemiyorum… Bu gün için her iki oğlum, müzik dolu yaşam içinde olmaları bir dayatma sonucu mu bilmiyorum. ( Küçük oğlum Uludağ Üniversitesi Konservatuar piyano 1 sınıf lisans, Özgür Ünaldı'nın öğrencisi.) Baskıcı anneleri hiç sevmem, ama ben de böyle bir hata yapmış olabilir miyim diye kendime soruyorum şu an… Sonuçta annelik de öğrenilen bir şey ve hiçbirimiz ailelerimizi seçemiyoruz.

Kitaba dönecek olursam, romanın girişi, olayların gelişimi ve sonu güzeldi…Mantık hatası yoktu, ben çok iyi bir polisiyeyim iddiası da yoktu. Yumuşak , anlaşılır ve hoş bir üslupla yazılmıştı. Tercümesi de belki çok çok güzel olduğu için bu hissi uyandırdı bende. Romanda birkaç kez “önünde sonunda” ikilisi kullanılmış ve doğru olarak yazılmışlardı. Bahar Yaldız Çelik’i tebrik edemeden geçemiyorum, çünkü çevirileri ben, çok ama çok, önemsiyorum. Kitap ismi her ne kadar tam olmamış olsa da, ben de itiraf etmem gerekirse daha uygun isim bulamadım, Gelinin Koruyucusu, biraz acayip kaçardı.

Sanırım bu son buluşmam olmayacak Tess Gerritsen ile…


2 Ekim 2014
Bursa

25 Eylül 2014 Perşembe

CENNETİN RENGİ - E. V. MİTCHELL



"Senaryoyu okudum, rolü kabul ettim.” sözlerini duyduğumda merak ediyordum, senaryo tam olarak nasıl bir şeydir diye... Uzun zamandır merak etmiyorum;sıfır duygusu olan ve bir hikayeyi özetleyen metin olsa gerek senaryo.En son okuduğum novella tam da bu tanıma uyuyor. Romanı okurken kendimi bir film yönetmeni gibi hissettim. Bu sahneyi şöyle çekerdim, bu sahneyi böyle çekerdim diye diye, devrettim kitabı. Topu topu dört gün sürdü bu hayali yönetmenlik maceram. Film yönetmeliği eğlenceli bir şey olsa gerek…Çok param olsa bir film çekmek isterdim, para kazanmak için kesinlikle değil, o heyecanı tatmak için…Senaryosu, müziği her şey bana ait olsun isterdim… Ne yazık ki sinemaya yakınlığım izleyici olmaktan ibarettir. Büyük oğlumla bazan filmler izleriz , çoğunlukta o önce filmi izlemiş oluyor, fakat benimle birlikte ikinci kez izlemekten keyif alıyor, çünkü benim tepkilerimi öğrenmek istiyor ve böylece ikinci kez bir ilk yaşıyor. Oğlumla film izlemeyi çok seviyorum, çünkü her zaman izlenmeye değer bir şey olacağını biliyorum. En son, Bisiklet Hırsızları -1948 yapımı, filmi izlemiştik birlikte ve her ikimiz de çok etkilendik. Film bizden tam not aldı.

Devrettiğim kitaplar hakkında yazmayı seviyorum, okuduğum dönemde, başımdan geçenlere kısacık yer verdiğim için, aynı zamanda sıra dışı günlüğüm oluşuyor.

Uzun zamandır evimizde yapmak istediğimiz tadilat Ağustos ayının başlarında başladı…İlk önce amacımız salonda geniş sürgülü kapı takmaktı. Hazır evde tadilat varken burayı da değiştirelim, orayı değiştirelim derken , evde değişmeyen tek şey parkeler oldu… İki aydır şantiyeye dönen evimizde yaşamak kolay olmasa da uyum sağlamaya başladık, zira tadilat artık hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı. İnsanın zevkleri nasıl da zaman içinde değiştiğinin gereceğini yaşıyorum son günlerde. Yedi yıl önce kaba inşaat halinde satın aldığımız evi, kendi zevkimize göre özene bezene döşetmiştik. Yedi yıl sonra ise her şeyi değiştirmek ihtiyacı duydum… Duvarların rengi, mobilyalar, perde sistemi, ışıklandırma vs. Evde tüm pencere doğramalarından, banyo fayanslarına kadar her şeyi değiştirdik… Hazır boya badana yapılırken salon duvarlarındaki iki nişe patlatma taş duvar döşemeye kalktım. B& M Coleksiyon, mağza satış sorumlusu Ayşe Hanım’la neredeyse arkadaş olduk…Tam dört kez taşları değiştirdim…Kadıncağız beni tekrar tekrar görünce ne düşündü kim bilir ?Mağazanın atmosferi ve ışıklandırmasına aldanıp seçim yaptıktan sonra eve geldiğimde bir türlü içime sindiremedim seçtiklerimi… Ya küçük, ya büyük geldiler gözüme, kah renklerini beğenemedim, galiba taş duvar konseptine tam ısınamadım, fakat vazgeçmek için çok geç…Ömrüm olursa belki yedi yıl sonra…Kim bilir ?

Cennetin Rengi mi ? 13 Eylül 2014 yatak odalarımızın boyandığı gün, kokudan rahatsız olmamak için ablamlara gittik , yatılı misafir… Uyumadan önce, nerede olursam olayım mutlaka birkaç satır okurum…O gün kitabımı çantama koymaya unutmuştum ve yeğenimden bana bir kitap vermesini rica ettim. Yeğenim Didem henüz 20 yaşında basmadı, üniversite öğrencisi ve kitap okumayı seviyor. Bana seve seve son okuduğu kitap masallarından birkaç tane getirdi. İçlerinden Cennetin Rengi isimli kitabı seçtim…Ne de olsa son günlerde renklerle pek haşır neşir oldum ve isim yakın geldi…Aligator, Filli Boya, Marşal renk kataloglarını incelemek epey zamanımı aldı.Ne zormuş boya seçmek ! Ama insanın yuvasını güzelleştirmesi, cennetin renklerinden bir tanesi olsa gerek…Kitaptan sadece uyumadan önce birkaç satır okuyacaktım, sonra elimde bir senaryo olduğunu var saydım ve yönetmenlik oyunuma başladım, hoşuma gitti.

Okurken hiç duygulanmadım .O kadar büyük acı anlatılıyor ki hikayenin içinde, bir annenin başına gelebilecek büyük felaketlerden birisi, fakat ben acının zerresini hissedemedim… Hatta kendi kendime dedim, bak hikayenin burasında göz yaşı olmalı…Ama satırlar beni duygulandırmaya yetmedi. Bazı kalemler çok güçlü olabiliyor adeta şimşekler çaktırabiliyorlar satırlar arasında ve kanımı dondurabildikleri gibi, göz yaşlarıma da hakim olamadığımı iyi bilirim…


E.V. Mitchell ne yazık ki ne bir kahkaha attırabildi, ne hüzünü, ne mutluluk hissettirebildi bana…Ama güzel bir film için senaryo okudum. Bir geyik sahnesi vardı, romanda sadece bahsi geçti ve ben , nasıl çekmem gerektiğini, kafamda, hayal gücümü ve yaşadığım benzer tecrübeyi kullanarak canlandırmaya çalıştım…Geçen sene Bulgaristan’da annemlerin oturduğu köyden, kasabaya giderken, hemen arabamızın önünden, neredeyse bir metre önümüzden bir ceylan geçmişti…Az daha çarpıyorduk, her şey saniyeler içinde gelişmişti, ceylan çok korkmuştu ve o kadar güzeldi ki…Hemen ormanın içine doğru koşup, biz de ağzımız yüreğimizde onun kayboluşunu izlemiştik.

Roman bir konuya daha değinmiş, yaşam ölüm arasında, ruhunun bedenden ayrılması ve uzaktan, tepeden kendi bedenini izlemesi…Hiç inandırıcı değildi okuduklarım, oysa konu tanıdıktı, daha önce bizzat yaşayan birisinden dinlemiştim ve çok etkilenmiştim. Hatta o kadar çok etkilenmiştim ki unutamamıştım…Romanda o kadar sığ anlatılmış ki, eğer konuyu daha önce duymamış olsaydım tam olarak ne anlatıldığını dahi anlayamayabilirdim.

Bir kitap okur maceram yine sona erdi…Muhtemelen birkaç ay sonra hiçbir şey hatırlamayacağım, güzel hayali yönetmelik oyunumun dışında. Aslında konu fena değildi, insanın hayatı her an tepe taklak dönebilir ve her şeye rağmen yaşamak için güçlü olmak gerekir.Romanda romantik sahneler de vardı, misal teknede denizin ortasında, ama ben hiç birini hissedemedim. Çeviri başarılıydı, baskı çok güzeldi, punto geniş, sayfaların çoğu yarısına kadar boş ve çok çok rahat okuyabildim, fakat hiç ama hiçbir şey hissedemedim.

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ - MİLAN KUNDERA




Bu satırları yazıyorsam, yine bir kitap okur maceram sona ermiştir demek. Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ile ilginç ve sıra dışı maceraya sürükledi beni… Her ne kadar kitabın kurgusunu beğenmemiş olsam dahi, okumaktan keyif aldığımı inkar edemem. Yazarın üslubunu sevdim, kah kendi adından, kah bir üçüncü şahıs adından anlatıyor hikayesini. Sanki bir roman - resim gibiydi okuduklarım, nasıl bir ressam eserinin her fırça darbesinin en mükemmelini yakalamaya çalışıyorsa, Kundera da âdeta sözlerle kusursuz bir resim çiziyormuş hissi uyandırdı bende. Bu hisse kapıldım, çünkü Yazar en ufak ayrıntıyı, düşüncelerini ve heyecanını benim bir okur olarak onunla mütevazi ( paralel) olarak paylaştığıma emin olmak istermiş gibiydi. Aynı konuyu, başka başka bölümlerde ,tekrar tekrar ele alması ve tam olarak aydınlatmaya çalışmasıydı belki bana bunları düşündürten. Her zaman savunurum ki yazar- okur arasında çok özel bir bağ oluşuyor ve farklı okurlarda, aynı metinler, değişik algılamalara neden oluyor. Bu çok doğal gayet tabii ki, okuduklarımızı, kendi düşünce prizmamızla, yaşadıklarımızla, tecrübelerimizle ve hayat görüşümüzle bir şekilde harmanlıyoruz çünkü.



 Okuduğum yazarların hayatlarını mutlaka incelerim, haklarında bilgi edinmeyi sevdiğim için. Milan Kundera 1929 yılında, Çekoslovakya'nın Brno şehrinde dünyaya gelmiş. Daha sonra, ülkesindeki rejimle ters düşmesi ve görüş farklılıkları nedeniyle, komünist partiden ihraç edilmiş. Yazar, 1970 yıllarında Fransa'ya göç etmiş , Fransız vatandaşı olmuş ve halen orada yaşamaktadır. Yazarın gerçek hayattan yansımalar var romanda, işte bunları keşfedince kendimi kandırılmış hissetmiyorum. Elbette ki romanlar birer kurgudan ibarettir ve Kundera’nı bahsettiği gibi; “Roman kişileri insanlar gibi kadından doğmazlar, yazarın henüz hiç kimse tarafından keşfedilmediğini ya da hakkında önemli bir şey söylenmediğini düşündüğü temel bir insani olasılığı bir fındık kabuğunun içine sığdıran bir durum, cümle ya da eğretilemeden doğarlar.” Yine de kandırmacaları, masal olmadıkları sürece, okumayı sevmem.
Romanın kahramanı Tomas ‘ın siyasi kimliği, Kundera’nın gerecek hayattaki kimliği ile örtüşüyor. Kundera ‘yı çok iyi anladığımı sanıyorum, ben de bir demir perde ülkesinde doğdum ve yetiştim. Bu anlamda roman bana yakın ve tanıdık geldi, ayrıca 2013 yılında Prag'da bulundum, dolayısıyla şehri, Vltava nehrini , Yazarın anlattıklarıyla gözümde canlandırabildim.

Romanın bu pasajdan çok etkilendim; “Oedipus, anasının yatağına girdiğini bilmiyordu, ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. "Bilmeyerek" neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için, gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai'den çıktı gitti.” Yakın bir geçmişte Soma’da yaşananları hatırlattı bana bu sözler…Hiç kimse suçu üstlenmedi, ateş düştüğü yeri yaktı ve geri kalan hepimiz çabucak yaşananları unutuverdik…

Yunan mitolojisinin en trajik kahramanlardan birisi olan Oedipus, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında anlatılan hikayenin, dönüm noktasını oluşturuyor , bence tabii. Tomas, Oedipus’u konu alan ve kendi siyasi görüşünü ortaya koyan bir yazı yüzünden doktorluk mesleğini bırakmak zorunda kalıyor ve hayatına farklı bir yön veriyor. Oedipus beni etkileyen, karakterlerden birisi olmuştur daima. Romanda konusu geçtiği anda, büyük oğlum yakınlarımdaydı ve ben gayriihtiyari
sordum; Oedipus, kim olduğunu biliyor musun ? Olumlu cevap alacağıma neredeyse emindim. Hayır ! cevabıyla şaşkına döndüm. Şaka yaptığını sandım ilk başta, fakat oğlum gerçekten bu ismi duymamıştı ve tanımıyordu… Bu günün Türkiye’sinde, gençlerin soruya olumsuz cevap vermesi, kültürel fakirleşmenin bir örneği olabilir mi? Yoksa ben mi demode kaldım ? Elbette ki genelleme yapmak istemiyorum, benim oğlum bilmedi diye, Türkiye’de bir çok gencin soruyu bilmemesi anlamına gelmiyor tabii…Fakat ben bir anne olarak çocuklarımın iyi eğitim almaları için elimden geleni yaptığıma inanıyorum , konuyu önemsememe rağmen, oğlumdan gelen olumsuz cevap beni düşündürttü. ( Oğlum 20 yaşında ve İTÜ inşaat mühendisliği alanında eğitim almakta.) Ben lise öğrenimimde tanışmıştım Sofokles’in ünlü tragedyasıyla. Romanda, bu tragedyanın çok kısacık özetine yer veriyor Kundera ve ben oğluma o özeti sesle okudum… Böyle bir anım oldu ve burada paylaşmış oldum.

Romana dönecek olursam, Kundera’nın insan ilişkileri hakkında mükemmel tespitleri var ve anlatım biçemini çok beğendim. Bence, Fatih Özgüven’in tercümesi de oldukça başarılıydı . Ben romanı çok gerçekçi buldum ve tekrar ediyorum ki, kurgusuna rağmen, okumaktan büyük keyif aldım.

Aşk hakkında en doğru sözleri Âşık Veysel söylediğini kabul etmiştim, “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur…” Kavuşabilenler için ise en güzel sözü Kundera söylemiş bence;
"Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)."

Romanın büyük kısmını Datça - Haitbükü plajında okudum, 2 Temmuz 2014 tarihinde devrettim.