5 Ağustos 2022 Cuma

AMOK KOŞICUSU - STEFAN ZWEİG

 

 

Stefan Zweig, nedensiz uzak durduğum bir Yazardır.  Bir tek  Değişim Rüzgarı romanını okumuştum,  bundan  otuz yıl kadar evvel ve hâlâ  konusunu hatırlıyorum, anlatımı bende  iz bırakan kitaplar arasında yerini almıştır…

Uzun aradan sonra tekrar Yazarın bir uzun hikayesini devrettim, Amok Koşucusu. Anlatım etkileyiciydi, en azından bana göre, bazı sahneler içime işledi. Kahramanların ruh hallerini, hem çok doğal, hem basit dilde,  hem  anlaşılabilir  şekilde anlatılabilmiş bence Yazar, fakat bunun yanı sıra  okurken son derece karamsar  havaya büründüm, içime anlatılamaz kasvet çöktü yine ve kitabı bir an önce bitirmek istedim… 

Hikaye, isimsiz  anlatıcının, 1912’de  “ Oceania”  transatlantiğiyle  Hindistan’dan Avrupa’ya yolculuğu ile başlıyor.  İsimsiz anlatıcı, tabuttan farksız  olan kamarasında rahatsız olduğu için, gece  yarısı nefes almak için  güverteye çıkıyor; “Öylece durdum ve gökyüzüne baktım; kendimi, yukardan sıcak suyun döküldüğü bir banyoda gibi hissediyordum, elimi yıkayan  tek şey o beyaz ve ılık ışıktı; omuzlarıma, başıma yumuşacık dökülüyor adeta içime işliyordu, çünkü içimdeki bütün karanlıklar birdenbire aydınlanmıştı. Özgürleşmiş gibi nefes alıyordum; arınmış, bir anda saadete kavuşmuştum.” 

Okurken ben de kendimi bir an için okyanusun ortasında bir  geminin güvertesinde hayal ettim, ışık olmayınca, bulutsuz gecelerde yıldızlar çok parlak  ve yakın gözüküyor,  tam da Yazarın söz ettiği ”beyaz hiyeroglifler” gibi… Bir yerde  rahat oturup ya da bir şezlonga uzanıp, onları izlemeyi kim sevmez ki ?!   

Hikayenin devamında,  bir doktorun, daha doğrusu bir  adamın, çünkü nihayet, doktorlar da insanlar, bir kadına  karşı duyduğu, karmaşık duyguların sürükleyici hikayesini dinliyoruz. Ben okumadım, dinledim âdeta… 

Amok bir yerel hastalık olduğunu bilmiyordum, öğrendim…Hakikaten, İbni Haldun çok haklı,  coğrafya kaderdir” ve hepimiz, doğduğumuz ve yaşadığımız  coğrafyanın az çok  etkisini taşıyoruz.  Son zamanlarda  yazları  Türkiye’de sık sık çöl sıcakları yaşadığımızda, havanın etkisini bizzat üzerimde, Zweig’in tarif ettiği gibi hissediyorum “…insanın iliklerine işler, halsiz ve bitkin düşersiniz, pelteleşir,  denizanası gibi olursunuz.”

O yüzden sıcak ülkelerin insanları tembel olur, bir deniz anası ne kadar haraketli olabilir ki?! Genelde iki  ya da üç kitap aynı anda okurum, okuldan kalmış bir alışkanlık ve tamamen tesadüfen, Amok Koşucusu ile birlikte, Roy Jacobsen’in Görülmeyenler romanı denk geldi. Aynı dönemler, fakat çılgınca farklı coğrafyalarda… Jacobsen, Lotofen Norveç bölgesinde yaşayan  beş kişilik bir balıkçı ailesinin 1913’ten 1928’e uzanan  hikâyesini anlatıyor…Orada insanlar  feci soğukla mücadele ettikleri için, pelteleşmeye hakları yok, çünkü hayatta kalamazlar…Daha dinç ve daha çok çalışmak zorundalar hayatta kalabilmek için  ve haliyle işlerini kolaylaştırabilmek için kafalarını da daha çok çalıştırıyorlar...Bu da benim  doğru  ya da yanlış  düşüncem, dolayısıyla kendime göre, neden  teknolojik gelişmeler, genelde daha soğuk ülkelerde öncü olduklarının açıklamalardan birisi belki... Konuyu yine dağıtmaya başardım, çok konuşan, fakat somut bir şey  anlatmayanlar geldi aklıma, ne de olsa coğrafya kaderdir : ))))

Amok Koşucusu’nu okuduğum sürece, “İnsanım, insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir! Terentius'a ait olan vecize dönüyordu aklımda, çünkü çok sahiciydi dinlediklerim… Kitabı tek kelimeyle tarif etmem gerekirse,  kasvet, derdim.

 Bundan sonra, zaman kaybetmemeniz için, okumanıza gerek yok… Kasveti dağıtmak için biraz gevezelik yapmak geliyor içimden : )

 ***

Okuduğum kitapların düşündürdüklerini, hissettirdiklerini, anımsattıklarını yazmak, benim için  hiçbir zaman kolay olmadı, çünkü dile ( Türkçe'ye ) tam hakim değilim hâlâ , fakat  buna rağmen eskiden daha çok yazardım. Giderek  bu eylemin  güçleşmesinin sebebini  kendimce anlamaya çalışıyorum; elde tembellik var  bir kere, fakat   bu durumumun altında yatan başka  sebepler de olsa gerek… Devretmiş olduğum kitapların listesi artarken, yazmayı erteledikçe, kitap günlüğüm yerinde sayıyor…

Bu gün için kitaplarla ilgili son durumumu özetlemem gerekiyorsa;1. Kitap yorumları okuma ve araştırma,  2.Kitap edinme, 3. Kitap okuma , 4. Kitap günlüğümde yazma…

 Bu sıralamadan pek memnun kalamadım, her neyse fazla lafı uzatmadan son devrettiğim kitap hakkında  edindiğim bilgiler ve düşüncelerimi yazıyor olmak içimi kıpır kıpır etmeye yetti.  Yıllar sonra, geçmişte yazmış olduğum satırları okumayı çok seviyorum, kitaplar hakkında, kendime yazılmış mektuplar gibi hissediyorum.  Başka zaman olan benden, o anki bana yazılmış notlar olarak da adlandırabilirim; genellikle  tebessümler içinde ve  çözmeye çalışarak okumama rağmen, olağanüstü keyifli  bir deneyim benim için…

Soru: Bir ülkede, yabancı edebi bir eser kaç kişi tarafından tercüme edilir?  Bir, üç, beş, yedi, on, yirmi… Offff

En son devrettiğim Amok Koşucusu kitabını  edinme aşamasında, şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştım… Benim bulduğum yirmi beş (25 ) farklı çeviri, belki de sayı daha  da fazladır…Üşenmedim ve tek tek  bulduğum isimleri yazdım;

Merve Doğruer, Gülperi Sert, Mehmet Ortaç, Ebru Akyürek, Elvan Aytekin, Aycan Özüpek, İlknur Özdemir, Songül Albayrak,  Tahir Sami Eren,  Özden Saatçi Karadana, Eşref Gökçe, Leyla Uslu,  Mehtap Kazar, Muhsin Altıntop, Senem İnal, Semiha Yücesoy, Sarp Kanşay,  Selçuk Ünlü, H. Merve Çakmak, Safer Gürensel, Gizem Özlem Demirtaş, Serdar Yüce , Aslı Güçlü, Levent Bakaç ve benim okuduğum  Murat Demir…

Tamam kısacık bir kitap, ama, çeviri çok ciddi bir iş… Elbette ki saydığım isimlere bir gönderme yapmıyorum, umarım hepsi işini ciddiye almışlardır, yine  de bu rakam bana çok tuhaf geldi…Mübalağa etsem, neredeyse kitabın okuyanı kadar tercümesi de var…Gülsem mi ağlasam mı halimize bilemedim.

Şimdilik, benim bilgim dahilinde, bir  kitabın en çok  Türkçe çevirisi olan Amok Koşucusu birinci sıraya yerleşti…

En’ler, ilk’ler, böyle gereksiz bilgiler toplamaya bayılıyorum…   Tesadüfen bulduğum bu şaşırtıcı bilgi, başka en’leri bulmamı teşvik etmiş oldu. Bu satırlarımı okuyanlarla ve elbette ki ilgi duyanlar varsa nette ( şimdi herşey çok kolay! ) kısa bir araştırma sonucu bulduklarımı ı paylaşıyorum; 

Türkiye’de 2016’da kişi başı okunan 8.4 kitapla dünya okuma alışkanlığı sıralamasında 86’ncı olmuşuz. Günde ortalama bir  dakika kitap okuyormuşuz ve o bir dakikayı da en çok Stefan Zweig’a ayırıyormuşuz ( ! ) zira en çok satan O.

 Dünyanın en çok çevrilen kitabı;

Bu gün, dünyanın en çok çevrilen kitabı, İncil'dir.

Dini yayınları hariç tutarsak, dünyanın en çok çevrilen kitabı Carlo Collodi'nin "Pinokyo" 1883 yılındaki ilk baskısından beri 260'tan fazla dile çevrilmiş.

Antoine de Saint Exupéry'nin "Küçük Prens"i de büyük başarı göstererek 1943 yılındaki ilk baskısından beri 253 dile çevrilmiş. 

Dünyada en çok satılan kitap ise ;İki Şehrin Hikayesi-Charles Dickens

Uzun incelememi Stefan Zweig hakkında yeni öğrenmiş olduğum bilgiyle uzun incelememi sonlandırıyorum.Çok varlıklı bir aileden gelen Stefan Zweig’ın, paranın da yardımıyla  müzik konusunda 20. yüzyılın en kapsamlı koleksiyonlarından birinin sahibi yapıyor. Yazarımız, Mozart ve Beethoven’dan başlayarak Strauss ve Mahler’e kadar bütün manüskrileri toplamış, İngiltere’ye kaçarken koleksiyonu da kaçırabilmiş, üstelik Beethoven’ın yazı masasını bile taşımış ve romanlarını hep bu masanın başında yazmış.

 


02 Temmuz 2019

Bursa

 

4 Ağustos 2022 Perşembe

YAMYAMIN KIZI

 


Uzun zamandır okuduklarım hakkında yazmayı erteliyorum ve ertelediklerim epeyce birikti, fakat yazmak zorlamakla olacak şey değildir, elbette ki disiplin mutlaka gerekir, fakat sanırım disiplini en çok kamçılayan istektir... Özlemişim  yazmayı ve yine klavyenin başındayım,  seviyorum bu eylemi ve öncelikle kendim için yazıyorum, çünkü kitap notlarımı oluştururken hem plasebo etkisi oluyor, hem zaman sonra kendi yazdıklarımı okumaktan  müthiş keyif alıyorum, sanki başka birisinin satırlarıymış gibi hissediyorum. Ayrıca kitap okur maceramda bu notlardan, geriye dönük, yolumun kesiştiği yazarları, kitapları ve kahramanları anımsıyorum ve çok eski dostlarımla yeniden karşılaşma fırsatı buluyorum.

Bu gün İspanyol gazetecisi ve çağdaş kurgu Yazardan ve kitabından söz etmek istiyorum, Rosa Montero. Yazarımız bir boğa güreşçisinin ve ev hanımının, kızı olarak, Madrid'in Cuatro Caminos şehrinde 3 Ocak 1951 tarihinde doğmuş . Çocukluk döneminde yakalandığı tüberküloz hastalığı yüzünden, beş ve dokuz yaşları arasında evde zorunlu olarak kalmış ve o dönemde yoğun bir şekilde okuma ve yazmaya başlamış. Daha sonra Madrid Beatriz Galindo Enstitüsü'nde Felsefe ve Sanat Okulunda eğitim almış, okuldan sonra 1976 yılında gazeteci olarak çalışmaya başlamış.

Okuduğum yazarlar hakkında az da olsa biyografik bilgiler edinmeyi seviyorum, şimdilerde bu çok kolay. Rosa Montero’nun fotoğraflarına baktım ve olumlu etkilendim, tanışmış olsaydık iyi arkadaş olabilirdik düşüncesi, tebessümler içinde geçti aklımdan...Neden mi ? Bilmiyorum, sadece gayriihtiyari , şimşek hızıyla yanan ve aynı hızla sönen bir düşünceydi…Belki de kitaptaki satırlardan, ya da çok doğal, samimi , güler yüzlü ve pozitif göründüğü içindir, belki makyajsız bir kadın olduğu içindir, abartılı makyajı hiçbir zaman sevmemişimdir, ya da takıları dikkatimi çektiği içindir, ortak takı tasarım zevkimiz olduğunu düşündüm. Ama bunlar tabii ki sadece fotoğraflara dayalı aklımdan geçen ve yakalayabildiğim düşünceler...Hiçbir şey göründüğü gibi olmadığını çoktan öğrenmiş birisiyim.

Yamyamın Kızı, 1997 yılında yayımlanmış ve ülkesinde ödül almış bir roman. Yine de kitabın ismini sevdim desem yalan olur ve bir kitapçıda rastlamış olsaydım okumak için tercih etmezdim. Kitap yamyamlıkla ilgisi olmamasına rağmen, okudukça öğrendim, şahsi düşüncem, isim pek çok okuru caydırmış olabilir.
 

Ben, okurların, okudukları kitapları hakkında yazdıkları yorumları okumaya çok seviyorum. Yamyamın Kızı kitabını, tesadüfen, bir kitap sitesinde gördüm,  hakkında tek yorum vardı ve ben kitaba  nedensiz bir şans vermek istedim. Ah ne lütuf! Gülüyorum…


Kitaba gelince, Lucia ve Ramon Viyana'da Yeni Yılı geçirmek üzere yola çıkar, fakat uçağın havalanmasına az kala, Ramon havaalanında kaybolur. O güne kadar evli çift, on (10) mülayim ve olaysız yıl geçirmiş. Durdu, durdu turnayı gözünden vurdu deyimi düştü aklıma şu an, ben bu deyimi ilk kez duyduğumda, turna bir kuş olduğunu bilmiyordum ve dart ile karıştırdığımı yıllar sonra öğrenmiştim. Romanın kurgusu bu kayboluştan devam ediyor…

Romanı tek kelimeyle tarif etmem gerekiyorsa, eğlenceli derdim, okumak keyifliydi. Felsefi , siyasi düşünceler ve yorumlar ölçülüydü ve ben sıkılmadan İspanya'nın yakın tarihi hakkında bilgi sahibi oldum. Romanda gizem vardı, macera vardı, kısmen arayış, yarı aşk hikayesi, farklı yaş grubu ve sınıf insanların hayatlarından kesitler. Zaman geçişleri oldukça başarılıydı, roman kah kahramanların adlarından, kah yazarın adından anlatılıyordu ve bu hareketlilik benim hoşuma gitti.

Romanın kahramanları bence oldukça başarılıydı ve ben onları hayalimde canlandıra-bildim.

Çocuk kitapları yazarı olan Lucia  ( romanın ana karakterlerden birisi ) kendini şöyle tarif ediyor;
" Her zaman ödlek bir insan olmuşumdur; öyle olmak için yeterince hayal gücü ve duygusal zaaf sahibiyimdir."
 Şirin Civciv Belinda  adlı kitabını  çok merak ettim, bence, hiç satış yapmamasına rağmen ( romanda bahsi öyle geçiyor ), içinde  benim sevebileceğim, çok güzel, hayal gücünü genişleten çocuk hikayeleri  vardı, tabii ki kitap da  ismi de  Rosa Montero’nun, beni de ortak ettiği,  bir hayal ürünüydü…


Eski matador, saygıdeğer Felix Roble ‘a göre ;” Yaşlanmak kaybetmek demek… Her şey sona eriyor, her şey yok oluyordu.”

Şaşırtıcı ve karmaşık Adrian;
" Hani Adrian'la bir yere ulaşmak istediğimden değildi, hiç ilgisi yoktu; ama bizim ilişkimiz bir oyun gibiydi; dünyayı aydınlatan ve insanı birazcık sarhoş eden, pırıl pırıl bir şeydi."

Başka İspanyol yazar okudum mu diye kendime sordum. Hafızımdan sadece Miguel de Cervantes çıktı. Konudan konuya atlıyorum , fakat kitabı okurken aklımdan geçenleri ve yakalayabildiklerimi not etmeye çalışıyorum.

Binlerce kitap yazılmıştır, fakat benim kitap okur maceramda, çok küçük bir kısmı ile buluşabiliyorum, bu sefer Rosa Montero’yu tanıdım ve sevdim.

Kitabın sayfalarında not etmiş olduğum şarkı: Kimse Bilmez.
 
Çok sevdiğim bir şarkıdır ve en çok dinlediğim dönemde bu romana denk gelmiş demek ki…

15 Şubat 2017
Bursa