28 Ocak 2013 Pazartesi

GECE YARISI İTİRAFI - GEORGES DUHAMEL

18 Eylül 2012 Salı







GECE YARISI İTİRAFI romanı 30 Ağustos 2012 tarihinde okumaya başladım ve 4 Eylül 2012 tarihinde devrettim. Küçücük bir roman, sadece 94 sayfa...

Romanın son sayfasını İstanbul - Bursa dönüşü, deniz otobüsünde okudum.

Hayatım boyunca, Eylül ayında pek çok ilk yaşadım...4 Eylül 2012 günü de ilklerle doluydu benim için.

İlk kez İstanbul metrosuna bindim, oğlumun okul kayıt işlemleri için, ilk kez, İTÜ Ayazağa kampüsünde bulundum, ilk kez İstinye Park'a gittim. İlk kez Taksim'den yaya, Kabataş iskelesine yürüdüm.Çok güzel bir sonbahar günüydü ve ben bu günü hatıralarıma, kendim için kayıt altına alıyorum...

İnsan çocuklarıyla gerçekten, bazı şeyleri yeniden yaşayabiliyor. Misal çocukluğunu... Ben çocuklarımla birlikte bir kez daha çocuk olmuştum ve bazan onlardan daha çok eğelendiğimi iyi bilirim.Bu günlerde ise, büyük oğlum, üniversite yıllarımın heyecanına tekrar dokunma fırsatı yaşatıyor. İTÜ - 1773 yılında kurulmuş, Türkiye'nin en köklü teknik üniversitelerinden birisi - ben çok sevdim ve bu yaşıma rağmen, tekrar öğrenci olasım geldi. Maslak'ta, gökdelenlerin arasında , yemyeşil bir vaha gibi kalmış okulun kampüsü...Kayıt işlerinden sonra, oğlum İngilizce seviye belirleme sınavındayken, eşimle birlikte kampüste küçük bir gezinti yaptık. İTÜ kütüphanesine bayıldım, hayatımda gördüğüm en büyük ve en güzel kütüphaneydi.Üç katlı, gayet modern, pırıl pırıl, sakin ve kitaplarla dolu huzurlu bir yer. Daha sonra, oğlumun kısmet olursa, öğrenim göreceği İnşaat Fakültesini ziyaret ettik. Uzun ve çok yüksek koridorlarda gezerken, yıllar yıllar geri gittim ve pek çok gençlik anım canlandı. Umuyorum ve diliyorum, oğlum, kendisi için hayırlı bir meslek seçimi yapmıştır. Salavin gibi mecburiyetten değil, istidatı (yatkınlığı ) olan bir iş yapar...İnsanın sevebileceği bir işinin olması harika bir şeydir o zaman kendisini hiç çalışmış saymaz, bunun gerçek olduğunu yaşadığım için biliyorum. Salavin kim mi ? Cece Yarısı İtirafı romanın kahramanıdır ve roman onun ruhsal yolculuğundan ibarettir. Salavin işini kaybetmiştir ve işsiz kaldığı dönemde yaşadıklarını, bir mektup yazarcasına, biz okurlarla paylaşmıştır. Aslında Salavin o işi hiçbir zaman sevmemiştir ve sadece mecburiyetten, geçim sıkıntısı nedeniyle kabul etmiştir" İstidatım olmayan bir mesleğe girmek, hayatımı kaybetmek, saadetimi tehlikeye koymak, berbat etmek için fakirlik bir sebep teşkil eder mi ? Hayır! Hayır !.. Eğer bu işi bana zorla kabul ettirmeselerdi, onu zaten kaybetmezdim"

İnsanın sevmediği bir işte çalışması onu mutsuz eder şüphesiz. Yüz kişiye sormuşlar: İşinizi seviyor musunuz? Bu soruya kaç kişi olumlu cevap verebilir merak ettim doğrusu. Oğlum okumak istediği bölümü kendisi seçti, umuyorum pişman olmaz. Ben onun mühendislik okumasını istemedim, fakat kararını da etkilemedim.

Gece Yarısı İtirafı, kitabı hakkında düşüncelerimi yazacaktım, benim itirafım gibi oldu uzun girizgahım galiba. Bu sayfamda sadece kitaplar hakkında değil, anılarımı, unutmak istemediğim küçücük mutluluklarımı, bazan hüzünlerimi, kendim için yazıyorum...


"Bizim saadetimiz, başkaları için ne sıkıcı, ne manasız, ne zavallı bir şeydir!" diyor romanda Georges Duhamel. Hakikaten ne kadar doğru...Kendi kendime gülümsüyorum, bu sayfamı kimsecikler okumadığını düşünüyorum, fakat kaza ile birisi okursa, yazdıklarım, pek sıkıcı gelir doğrusu...Blog sayfamda yazmak, duygularımı boşaltmanın bir yoludur. Günlük çalışmalarımın zırıltısından sonra, kendimle baş başa kaldığım ve keyif aldığım dakikalardır. Kendimi bu keyiften mahrum etmek istemediğim için bu köşede yazıyorum. Ömrüm olursa,belki, yıllar sonra yazdıklarımı tekrar okur ve sevdiklerimle yaşadığım güzel bir 4 Eylül gününü hatırlarım. Kendimi niye savunuyorum ki! Kimse yazdıklarımı okumak zorunda değil... Pek çok insan yazmaya ihtiyaç duyuyor, yazmak sadece insana özgü bir eylem çünkü ve Z. Livaneli'nin dediği gibi ;"Tanrı bile kendini yazıyla anlatıyor "Gece Yarısı İtirafı romanına dönüyorum ve bir pasajı paylaşıyorum "Hemen bütün insanlar gibi ben de küçük bir vatan için yaratılmışımdır. Dünyayı dolaşan, kendilerini bütün esaretlerden kurtulmuş sanarlar; zannediyor musunuz ki, onlar, gemideki kamaralarında, yahut trendeki vagonlarında kendilerine küçük bir vatan kurmak ihtiyacı duymazlar? Hatta bazan valizlerinde, ceplerinde, sevgili bir yol arkadaşının gözlerinde, ufacık vatanlarını alıp götürmek isterler" Bu sayfa benim için de küçük bir vatandır...

Gece Yarısı İtirafı romanın ismini, ilk kez, okumasitesi. com sitesinde gördüm, merak ettim ve okumak istedim. 1944 yılında, Gerges Duhamel henüz hayatta olduğunda basılmış kitabın ikinci edisyonuna ulaşabildim. Önsözde Yazar ile ilgili kısacı bir notu paylaşıyorum ; " Esasen hekim olan Duhamel, büyük Harpte yaralılara ve malûllere gösterdiği sonsuz şefkati, ruhen mustarip olanlardan da esirgemiyor. Onu, ameliyat yapan bir cerrah ihtimamıyla insan ruhuna eğilmiş görüyoruz. Duhamel’in merhametli bir kalemle bize tanıttığı en sempatik çehre, şüphesiz ki Salavin'dir"

Pek çoğumuzun aklından geçirdiği ve sesli söyleyemediği düşüncelere yer veriyor bu kısacık roman " Kendi içinize bakmadan beni itham etmeyin" diyor Salavin.

Kitabı anlatmakta zorlanıyorum. Okumak gerekiyor. Nasıl devam etmem bilemedim ve kitaptan etkilendiğim birkaç sözü paylaşıyorum ;

" Ah bu iş yerleri! Fikirler gibi, onları da aramadığınız zaman buluruz"

" Tütünde cana can katan bir lezzet, hürriyet lezzeti vardı." sözlerini tebessümle okudum ve sigarayı bırakmak isteyip, fakat bir türlü bırakamayan birisini hatırlattılar. Belki de bu hürriyet lezzeti, sigaraları, bırakmak isteyenlerin,bırakamamalarının, yegane engelidir...

" İnsan neşesi acayip ve karışık bir histir; daima mideye indirilen maddi şeylere dayanmak ihtiyacındadır. Hatıralarınızı yoklayınız, göreceksiniz ki en güzel anlarınızda saadeti dilinizde ve midenizdeki derin bazı haz duygularına bağlayarak, araştırmak arzusunu duymuşsunuzdur. Bu böyledir"


Romanı ben sevdim, özellikle tercümesini ve kullanılmış olan Türkçeyi okumaktan keyif aldım. Sabahattin Eyüboğlu / Suut Kemal Yetkin sarih tercümesinden söz edemeden geçemiyorum. Sarih sözcüğünü, pek sık kullanmışlar romanda usta çevirmenlerimiz, bu sözcüğünün anlamını daha önce öğrenmiştim. Yeni, benim için yeni, Türkçe sözcükler keşfetmeye bayılıyorum ve romanla birlikte çok yeni sözcük öğrendim; ; müteaddit, istihfaf, ahvalde, istidat, tehevvür, dehliz, terütaze, vuzuh, hasis, meyus, bilmediğim sözcüklerden bir kaçı sadece. Sözlükte anlamlarına bakmaktan ayrı keyif aldığımı söylemeliyim...

"İnsanlığın iki tarihi vardır: biri yaptığı şeylerin tarihi, ki tunç üzerine kazılır; öteki düşündüğü şeylerin tarihi ki, onunla alâkadar olan yok gibidir. Halbuki düşündüklerim, yaptıklarımın inkarı ve zıddı olduktan sonra yaptığım şeylerin ne kıymeti vardır?" sorusu okuyucuyu cevaplamak için zorluyor...

EVLİLİK ŞİRKETİ - BEKİR YILDIZ

29 Ağustos 2012 Çarşamba




"Birbirimizin en çıplak, en yaralı hallerini biliyoruz, bu da aşktır!" bu sözleri bir yerde okumuştum,
kimin söylediğini hatırlayamıyorum fakat...

Sözler aklımda kalmış, çünkü, bir çift için söylenen bu sözler, en azından bana, doğru geliyorlar...
En yaralı hallerimizi biliyorsak, anlayabiliyorsak ve her şeye rağmen sevebiliyorsak, gerçek aşkı
bulmuşuzdur demek...
En son okuduğum kitap, Evlilik Şirketi, bir çiftin, bir karı- kocanın, arasındaki diyalogu ve tarafların kendi özleriyle konuşmalarını konu ediyor.
Kitap, karlı bir gecede, 9. evlilik yıldönümünü geride bırakırken, bir çiftin, daha önce aralarında anlatılmamış ve gizli kalmış ne varsa, karşılıklı,dürüstçe anlatma kararı ile başlıyor.

Gece Yarısı İtirafı gibi; çocukluk, gençlik anılarıyla, düşünülen, fakat hiçbir zaman söylenmeye cesaret edilemeyen , gerçek ama acıtan cümlelerle devam ediyor bu sıra dışı öykü.

Bol konuşmalı hikayeleri her zaman çok sevmişimdir.Eskiden, çoook eskiden okuduğum kitaplarda, diyaloglar için uzun çizgi ( konuşma çizgisi ) kullanılıyordu...Tanımadığım kitapları incelerken, sayfaları karıştırdığımda, çok konuşma çizgili olan romanlar, okumak için,öncelik tercihim olduğunu hatırladım. Gülümsedim son cümlemle birlikte, ama gerçek böyleydi.

Kısa bir roman mı , hikaye mi tam karar veremedim, fakat, Evlilik Şirketi, bir karı koca arasından geçen gece yarısı konuşmadan ibaretti ve sadece 94 sayfa.
Dokuz yıl, iki çocuk ve birbirini hâlâ tanımayan bir karı- koca... Hep bir şeyleri gizleyerek, maskeler arkasında saklanan gerçek yüzlerle geçen dokuz yıl...
"Sen ve Ben... Güzel bir konuşmayı, sonunda tartışmaya götüren iki sözcük. Birlikte bir ömrü paylaşıyoruz, bir türlü biz olamıyoruz nedense!"

Galiba bazı evliliklerin yürümememsinin temel sorunu bu cümlede gizli. İki insanın samimi ve dürüst birliktelik oluşturamaması.

Bekir Yıldız'ın 1970'li yıllarında kaleme almış olduğu kitabı , bugün için de güncelliğini kaybetmemiş gibime geldi. Kadın- erkek ilişkileri içindeki tavırları, ilişkide dürüst olunamamanın, kadın ve erkeğin bastırılmış cinselliklerinin, günümüzde de değişmediğini düşündürttü bana okuduklarım.

Neden Bekir Yıldız hiç anılmıyor, sorusunu sordum kendime ? Yazarımızın ismini daha önce hiç duymadım. Okumasitesi. com'da bir okurun, yorumunu okuduktan sonra, merakım uyandı ve bu küçücük kitabı okumaya karar verdim.Elimdeki nüsha 6. basım, 1977 yılı, Cem Yayınlarına ait.

Yazarımızın üslubunu, hikayenin girişini, gelişimini ve sonunu beğendim.

Hepimiz mutlu beraberlikler arıyoruz, mutluluğa giden yol ise samimi olabilmekten geçtiğini hatırlatıyor Bekir Yıldız.Kendi özümüze bile samimi olabilmek...

"Değil başkasıyla, kendimizle bile iki yüzlü konuştuk çoğu kez."

Zaten en acı yalanlar, kendi kendimizi kandırmaya çalışmaktır.

Bekir Yıldız oldukça karamsar bir tablo çizmiş, evlilik kurumunu, toplumsal dayatması ile kurulmuş , içinde yalanlar, ikiyüzlülükler ve sahtelikler barındıran, kirli bir şirket gibi anlatmış ve bu konuda okurlarını düşünmeye zorlamış.
Yazar evliliği ve içindeki ilişkileri, dürüstlüğü, tek eşliliği, ikiyüzlülükleri, sahtelikleri sorgularken,
Türkiye'nin bazı acı gerçeklerini ortaya koyuyor.
Hikayede okumuş olduğum Kızılırmak sahil kenarında, gençlerin yaşadıkları ilk cinsel tecrübeler hakkında yorum dahi yapamıyorum...Zülfü Livaneli'li, Mutluluk, kitabında ilk kez okumuştum bu tecrübeleri, o kadar çok şaşırmıştım ki gerçek olduklarını kabul edememiştim. Ne yazık ki bu küçücük kitap beni bu kez inandırdı...

Elbette ki genelleme yapmak doğru değildir, uzun yıllar mutlu beraberlikler oluşturan çiftler de mutlaka vardır. Kendilerini hurdalaştırmayan ve birbirlerine karşı dürüst kalmayı beceren çiftler. Yine de azınlık olduklarını sanıyorum.Bu azınlığa girmeyi ve mutlu yuvalar kurmayı başarabilenler şanslı olduklarını düşündüm.
"Sevginin hurdası olmaz” dedi adam. “Hurdalaşan biziz!”."

Bu küçücük kitap ilginçti, hoştu, ben sevdim...

Bekir Yıldız hakkında netten bulduğum kısa biyografik bilgilerini paylaşıyorum ve Yazarımızı saygıyla anıyorum.

1933'te Şanlıurfa'da doğan Yıldız, İstanbul Erkek Sanat Enstitüsü'nü (1950) ve İstanbul Matbaacılık Okulu'nu (1954) bitirdikten sonra dizgi operatörlüğü ve öğretmenlik yaptı. Almanya'ya giderek Heidelberg Matbaa Makineleri Fabrikası'nın montaj bölümünde çalıştı (1962-1966). Yurda döndükten sonra İstanbul'da kurduğu Asya Matbaası'nı işletti (196-1981).

İlk öyküsü 1951'de Tomurcuk adlı çocuk dergisinde yayımlanan Yıldız daha sonra Yeditepe, May, Halkın Dostları, Yeni a, Yazko Edebiyat gibi edebiyat dergilerinde yazdı.

Konularını Urfa ve yöresinden alan öykülerin yer aldığı Reşo Ağa adlı kitabıyla tanındı. Öykülerinde Güneydoğu Anadolu insanının yaşamını, bölgenin töre ve geleneklerini, ağa-köylü ilişkisini, yörede yaygın olan kaçakçılık ve kan davası gibi konuları işledi.

Almanya'daki Türklerin toplumla uyumsuzluğunu iç çatışmalarını konu edindiği Türkler Almanya'da adlı romanı çarpıcı gözlemlere ve eleştirel bir yaklaşıma sahip olması bakımından dikkat çekti.

Ünlü öykü ve roman yazarı Bekir Yıldız 8 Ağustos 1998'da İstanbul'da öldü.


Hamiş : Kitap hakkında, daha fazla bilgi edinmek isteyenler için aşağıda linkini verdiğim yazıda kitabın özetini okuyabilirler. Hikayenin en önemli noktalara değinebiliniş bana göre bu yazısında Can Dündar.





ÇALIKUŞU - REŞAT NURİ GÜNTEKİN

12 Eylül 2012 Çarşamba



ÇALIKUŞU, Türk Yazarından okuduğum ilk romandır. Her ilkin olduğu gibi bu romanın yeri bende çok farklıdır.

Daha güzel romanlar okumuşumdur, fakat ÇALIKUŞU' nun yeri bambaşkadır, sebebini tam bilmiyorum, seviyorum bu romanı, nedensiz...

Çooook eskiden, lise yıllarımda, romanın Bulgarca çevirisini okumuştum. O zamanlar hemen hemen hiç Türkçe bilmiyordum.

Kitabın Bulgarca tercümesini okuyorken, kitaplığımızda bulunan Türkçe baskısına bazan göz gezdiriyordum ve hayıflanıyordum okuyamadığım için.

Bir kaç cümle okuduktan sonra vazgeçiyordum, çünkü anlayamıyordum okuduklarımı.

"Mamafih" ve "loş" kelimeleri bu romandan öğrenmiştim ve bugün de bu sözcükleri bir yazıda rastladığımda, daima, Çalıkuşu'nu hatırlarım.

Bir çok kez kitabın Türkçesini okumaya çalıştığımı biliyorum, bir elimde sözlük,

bir elimde, kitap ( Mahmure, şarkısı geldi aklıma : ) çabalarım bir kaç sayfada sona eriyordu, fakat. Fondan şekerlerini çok merak etmiştim, Bulgaristan’da…Görüntüsünü, tadını, hakikaten çok merak etmiştim.

Velhasıl kelam, kitabın Türkçesini tamamını okumadım.
Ner'den çıktı ÇALIKUŞU romanı konusu ?

Kitabı büyük oğlumun elinde gördüm geçen gün. Hem şaşırdım, hem sevindim...

Ben tavsiye etmemiştim.Kitaplığımızın en eski kitaplardan, birisi olarak, ilgisini çekmiş olmalı ve okumaya başlamış.

Hem konusunu, hem de üslubu çok beğendiğini söyledi. Oğlum dün iş yerime gelmişti, okulu ile ilgili bir kaç evrak alması gerekiyormuş,elinde ÇALIKUŞU romanını görünce, kendime engel olamadım ve ön sayfalarından kopya aldım...Bugünün gençleri ( oğlum 18 yaşında ) bu romana ilgi duyması beni ziyadesiyle mutlu etti.
Fethi Naci'nin de dile getirdiği gibi, ÇALIKUŞU, bir Türk Klasiği, 1922 yılında yazılmış roman, bugün yıl 2012,bir Türk gencinin dikkatini çekebiliyorsa, gerçekten klasiktir...

Elimizdeki ÇALIKUŞU nüshası çok özel...1957 yılı, Sofya- Bulgaristan baskılı.
Babam edebiyat öğretmeni, şimdi emekli tabii.Kitaplara karşı muazzam tutkusu, bana, ondan geçmiş olmalı.Bulgaristan'da yaşıyorken, benim bildiğim ve gördüğüm en büyük ev kitaplığına sahiptik.1950'li yıllarında, Bulgaristan'da yaşayan Türk azınlıklara yönelik Türkçe baskılı kitaplar yayımları yapılıyormuş. 1960 yıllarında bu çalışmalar durdurulmuş. Bulgaristan'da Türkçe basılmış kitapların hemen hemen hepsi bizim kitaplığımızda mevcuttu...
Yıl 1989, Bulgaristan'dan zorunlu göç geldik Türkiye'ye... Her şeyimiz orada kaldı...
Şimdi geriye dönüp baktığımda, içim hiç bir şey için acımıyor, ama orada bıraktığımız kitaplarımız...Bir bavula kaç kitap sığındırabilirsiniz ? Babam, ÇALIKUŞU romanını bırakamamış ve anı olarak onu yanına almış. Onun için de çok değeli bir romandı demek, belki de edinmesi ile ilgili bir hikayesi vardı.
Kitabı babamdan okumak için ödünç almıştım bir kaç yıl önce...
Okumak önce oğluma nasip oldu...Babacığım, 1957 yılında kitabı Bulgaristan'da satın alırken, bir gün gelecek ve aynı kitabı, Türkiye'de, canından daha çok sevdiği, torunu, hayranlıkla okuyabileceğini hiç düşünebilmiş midir ?

ÇİÇEKLERİN KANI - ANİTA AMİRREZVANİ

22 Temmuz 2012 Pazar




"Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde..."

Duyduğum en güzel masallar böyle başlıyordu... Bana en çok masal okuyan ve anlatan dedem ve annem olmuştur. Hafızamda, çocukluğumdan en belirgin kalan masal kitaplardan birisinde, altın yaldızlı Türkçe harflerle, Türk Halk Masalları, yazıyordu. Bu kitap bana gizemli geliyordu çünkü o zamanlar Latin harflerini henüz tanımıyordum. İçindeki siyah beyaz resimler değişik kültürü anlatıyordu, kızların ve erkeklerin kıyafetleri farklıydı. Erkeklerin başlarında sarıklar, kızların üzerinde ise geleneksel şalvarlar vardı.O kitaptan, bana, okunan masallar, çok çok güzel geliyordu, çünkü o zamana kadar duyduğum tüm masallardan daha farklıydı. ( 1950 - 1955 yılları arasında Bulgaristan'da yaşayan Türk azınlıklara yönelik, Türkçe yayımlar yapılıyormuş. Bizim ev kitaplığımızda oldukça fazla Bulgaristan'da basılmış Türkçe kitaplar vardı ve bu masal kitabı onlardan birisiydi.)

18 Temmuz 2012 tarihinde devrettiğim Çiçeklerin Kanı adlı roman, bana çocukluğumdaki bu masal kitabını hatırlattı. Neden mi ? Romanın içinde serpiştirilmiş İran halk masalları vardı ve her ne kadar çocukluğumda bana okunan masallar kadar güzel bulamasam da, romanın içindeki bu masallar, kurguya hareket vermişler ve İran'nın zengin kültür mirası hakkında ışık tutmuşlardır.

Kitap 17. yüzyıl İran'nın kültürü hakkında pek çok bilgi içeriyor.İsfahan'daki hareketli yaşam, geleneksel yemekler, giyimler, iklim, binaların mimarisi, hamamlar, pazarlar, çarşılar, halı tasarımı ve imalatı, farklı sosyal gruplarların yaşantısı ve muta evliliği gibi konular hakkında bilgi sahibi oldum.

Anita Amirrezvani 14 yaşındayken, babası ona bir İran halısı hediye eder. Bu halının tasarımını yapan ve dokuyan insanların hayatlarını merak ve hayal etmeye başlar genç Anita. O zaman konuyu işleyen bir hikayenin tohumları atılmış oluyor. Daha sonra, dokuz yıl süren araştırmalar sonucunda, Çiçeklerin Kanı romanı ortaya çıkıyor.

Netten ulaşabildiği kısa biyografik bilgileri paylaşıyorum. Anita Amirrezvani, Litvanyalı- Amerikalı bir anne ve İranlı bir babanın kızı olarak, 13 Kasım 1961 yılında Tahran'da dünyaya gelmiş. Annesi genç yaşında Litvanya'dan ABD'ye göç etmiş. 1950 yılların sonunda Miami Üniversitesinde, İnşaat mühendisliği öğrenimi gören İranlı bir adamla ( Yazarın babası ) tanışmış. Daha sonra bu iki genç, İran'da evlenmiş ve kızları Tahran'da doğmuş. Anita Amirrezvani iki buçuk yaşındayken, annesi ve babası boşanmışlar ve kız annesiyle birlikte ABD gitmiş. Orada sadece annesi ve teyzesinden oluşan küçücük bir ailede yetişmiş. On dört yaşındayken Tahran'a gelmiş ve babasının kocaman ailesini tanımış;iki üvey kardeşini, amcasının çocukları ve diğer kuzenleri. Yazar İran'dan çok etkilenmiş ve eğitimini Tahran üniversitesinde sürdürmeyi karar vermiş, ancak 1978 yılı devriminden sonra, zorunlu olarak tekrar Amerika'ya dönmüş ve sanat eğitimini California Berkeley Üniversitesinde tamamlanmış. Yazar halen San Francisco şehrinde yaşıyor. Uzun yıllar dans eleştirmenliği yapmış, şimdilerde ise roman yazarı olarak hayatına devam ediyor.
Romanın anlatıcısı, ismi açıklanmayan genç bir kız. Babasının ani ölümünden sonra, kız ve annesi için sefil günler başlıyor, köylerini terk etmek zorunda kalıyorlar ve İsfahan'da yaşayan üvey zengin amca Gostaham'ın yanında sığınıyorlar.Amca, Şah'ın halı atölyesinde başarılı bir halı tasarımcısı ve yöneticisi.Karısı Gordiye, anne kızın, gelişinden rahatsız olur , onları hizmetçi olarak evine kabul eder ve sığıntı olduklarını hatırlatmak için hiç fırsat kaçırmaz. Oysa genç kız yetenekli bir halı tasarımcısı ve dokuyucusudur ve bu yolda kendisini geliştirmek için amcasından yardım ister. Gostaham, kızın öğrenme arzusuna karşı, kayıtsız kalmaz ve ona halı tasarımı hakkında eğitim vermeyi kabul eder. Kızın bu konuda çok yetenekli olduğunu kısa süre içinde fark eder, öğrenme azmini ve kusursuz küçük çizimlerini takdir eder ve ödül olarak ona bir kalem hediye eder.… "bir tüyden az daha ağır olmasına karşın, bu hediye, benim için altın değerindeydi "diyor genç kız.
Kızın, halı konusundaki küçük başarıları, amcasının karısı Gordiye tarafından, hiç de hoş karşılanmaz fakat. Her masalda olduğu gibi, kötü kalpli cadılar var ya, işte o cadılardan birisidir Gordiye...Bencil, gözünü para hırsı boyamış, zavallı bir insancık. Her masalda cadılar vardır, ama dürüst, iyi kalpli , haksızlıklara uğrayan birer masum da vardır...İşte o masumlardan birisi de romanın adsız kahramanıdır. Kızın başından, kendisi sorumlusu olmadığı halde, bir dizi talihsiz olay geçiyor. Annesi, Gordiye'nin tetiklemesiyle, zor bir karar alıyor ve kızına, zengin bir adamdan gelen, geçici evlilik teklifini, mutayı, kabul ettiriyor. Başlangıçta, kız yaptığı evliliğin tamamen cinsel ilişki olduğunu tam olarak farkında değil. Daha sonra, mutayı, kalıcı evliliğe dönüştürme umuduna kapılır ve zengin, kibirli kocası için ilginç bir cilve oyununa girer. Devamında, kocasının bir zevk oyuncağı olduğunun farkına varır."Şimdi anlıyordum ki, benim gibi fakir köylü kızlarının, tek misyonu, zenginlerin ayaklarının altına yayılacak kadife halılar gibi, kendilerini, onlara adamaktı." Kız, bu gerçeği, gecenin içinde, kollarını vücuduna dolamış, kendine sarılmış, sözleşmeli kocasının, yatağının yarısında, kendine bir alan yaratamayacağını anlıyor.

Kahramanımız, her şeye rağmen, yaptığı hatalardan ve aldığı derslerle
17. yüzyıl Isfahan'da gelişen halı endüstrisine, bir kadın olarak, karşı koyma cesaretini gösterir ( halı dokuma atölyeyelerinde sadece erkeklerin çalıştığı dönem) ve annesiyle birlikte, kendilerine yeni bir hayat inşa eder. Çok genel hatlarıyla, hikaye bu; fedakarlığın, mutluluğun ve öz-değerin keşfini anlatan duygusal bir yolculuk.
Anlatım şeklini ben beğendim, her ne kadar, birinci şahıs tarafından anlatılan romanları daha kolay ve basit kabul etmiş olsam da. Anita Amirrezvani dilini zarif buldum. Anlatım net ve son derece basitti. Bir kurgu olmasına rağmen, roman kahramanları çok gerçekçiydi, adeta hayattan alma karakterler ve tarifleri çok başarılıydı, bu yüzden romanı şeffaf olarak tarif edebilirim. Roman, dönemin sosyal yapısı hakkında geniş kapsamlı görüntü çiziyor. Anlatancının ağzından, yoksul işçilerin yaşadığı gecekonduları, varlıklı ailelerin evlerinde yaşam deneyimleri ve sokakta bir dilencinin yaşadıklarını, öğreniyoruz. Ayrıca, daha önce hiç duymadığım muta (geçici evlilik) hakkında bilgi sahibi oldum.

Romanda, kadınlar, erkekler ve daha doğrusu insanlar ve aralarındaki ilişkiler başarılı tarif edilmiş .Roman karakterleri içinde bana göre cazip insanlar vardı. Gostaham nazik, işinde başarılı ve yetenekli bir tasarımcı, ancak karısının boyunduruğu altında yaşamaktadır. " Bir halı ustası olarak büyük bir dehaydı, ama bir koca olarak yeni doğmuş bir kuzudan farksızdı" .Karılarının boyunduruğu altından yaşayan erkeleri her zaman çok aciz olduklarını düşünmüşümdür, adeta yeni doğmuş kuzular kadar güçsüz. Gordiye ve Gostaham bana öylesine tanıdık geldiler ki, ailemde dahi, çok yakın örneklerini tanıdım. Ben de tıpkı anlatıcı kız gibi şaşırıyordum ;" Kocasını kendisine , ateşe tutsak bir pervane gibi bağlamak için ne yapıyordu bu kadın? :Dışarıdan bakıldığında, bunu sağlamak için elindeki malzeme gayet kısıtlı görünüyordu; suratı pişmemiş ekmek hamuru gibi yumuk yumuk, vücudu himbıl ve ağır, etleri topak topak ve sarkıktı.Üstelik sık sık sert bir dille konuşur, özellikle de para konusunda çekilmez olurdu".
Yazarın anlattıklarından da anlamış olduğum gibi Gostaham, karısına duyduğu sevgi değil, sadece garip, aciz bir bağlılık, hatta korku. Anlatıcı kız, amcasının ve karısının ilişkisi fonunda, kendi anne babasının arasında yaşananları anlattığında, sevginin gerçek anlamını çok net ortaya koyuyor.
Romanda en itici karakter bana göre, Gordiye’di. Sadece kendi çıkarlarını düşünen bencil bir insancık. Kocasıyla, cinsel ilişkiye girmeyi bile, sadece çıkarları olduğunda kabul etmeye tenezzül eden zavallı birisi. Böyle annenin kızları da , kendisinden pek farklı olamaz elbette ki, ne okuma yazmayı öğrenmeye heves etmişler ne de babalarından halı tasarımına ilgi duymuşlar;” Mirbanu, üzerinde giydiği safranla boyanmış ipek tunik, ellerinin üzerinde de kınayla yaptığı, o günün modası yaşam ağacı motifi işlenmiş her ne kadar zarif görünüyor olsa da;" Kadının hayatının ne denli boş zamanla dolu olduğunu ve bütün bu zamanı ne kadar boş geçirdiğini anlayabiliyordum".

Anita Amirrezvani arkadaşlık konusunu da işliyor romanında. Nahide ve köylü kızımızın arasındaki yaşananlar…Romanı okumak isteyenleri düşünerek, bu konuya girmek istemiyorum, çünkü romanda bu ilişki bağlama noktasıdır.

Roman, o dönemin kadınlarının özgürlükleri, erkeklere göre , sınırlı olduğu vurgulanmış.
Şah'ın gözdesi olan Meryem'n hayatını şöyle özetliyor Yazar;
" Şu karşıdaki küçük üç kemerli köprüye kadar bile yürüyüp, manzaranın keyfini çıkarması, ya da yağmurlu bir akşamda dışarı çıkıp yürümesi mümkün değildi. Benim yaptığım hataların hiçbirini yapamaz, hata yaparsa da telafi edemezdi. Müthiş lüksün içinde uyuşmuş kalmış, dünyanın en mükemmel hapishanede mahkûm olarak yaşamaya yazgılanmıştı."

İnsanın çevresinde onu sevenlerin olduğunu bilmek harika bir duygudur. Ben de zaman zaman, okuduğum kitapların bana hissettirdiklerini yazmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde tıpkı romandaki kız gibi hissettiğim çok olmuştur."Çevremde sıcakkanlı ve iyi yürekli insanların olduğunu bilerek, yapayalnız kalabilmenin keyfini sürmüştüm."

Romanın sonunu aşırı ani buldum, ilk önce okuduğum nüshada eksik sayfa olduğunu bile düşündüm. Anlatıcının hayatı hakkında biraz daha çok şeyler öğrenmek isterdim, oysa roman yazarın kendi kurguladığı bir masalla son buluyor.

Benim de bir kitap okur maceram daha sona erdi... Güzel bir roman okumanın mutluluğu ile yoluma devam ediyorum.

" Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti..." dedemin sesini duyar gibi oldum.

MUHTEŞEM HATA - FREDERİCK FORSYTH

Ağustos 2012 Pazartesi


Frederick Forsyth ( Frederik Forsayt ) ismini , ilk kez, 2010 yılında, Nelson Demille romanları hakkında biraz daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorken kitapyurdu.com sitesinde gördüm. Çok satan polisiye, gerilim, macera yazarları hakkında, "umutseyhan75" rumuzlu okurdan, kısa bir yorum okudum. İşte o yorumda, daha önce hiç duymadığım, Frederick Forsyth, adı geçiyordu. Çok sıkı gerilim, polisiye roman okuru değilim, yine de bazan okumayı seviyorum o yüzden Yazarın ismini not etmiştim.

Daha sonralarda, polisiye romanı konusu açılınca, çok yakın komşu arkadaşım Aygün’e, Frederick Forsyth’ın eserlerini tanıyıp tanımadığını sormuştum. Yazardan, kitaplığında bir kitap olduğunu söylemişti, MUHTEŞEM HATA. Ben bunun bir roman adı olduğunu sanarak, ismi aklımın bir köşesinde kalmış olan Yazar hakkında merakımı giderebilmek için, Muhteşem Hata’yı okumak için arkadaşımdan ödünç aldım.

Kitabın bir roman olmadığını, birbirinden bağımsız, on ayrı, hikayeden oluşmakta olduğunu, elime aldığımda öğrendim. Kendimi bildiğim bileli öykü okumayı sevmem, nedeni, emin olmamakla beraber, öykülerin, romanlara göre daha çabuk bitmelerinden kaynaklanıyor olması. Hikayeleri, okuyup okumamakta kararsız kaldım, bir taraftan Yazarı ve kitabını okumadan arkadaşıma geri vermek istemiyordum. Nihayet, Muhteşem Hata, başucumda bulunan kitaplar arasında yerini aldı ve bir boşlukta , öykülerin tadına bakmaya karar verdim.

MUHTEŞEM HATA

İRLANDA'DA BİR YILAN

İMPARATOR

GÜN OLUR

KÖTÜ PARA

KANIT OLARAK

İMTİYAZ

GÖREV

DİKKATLİ BİR ADAM

USTA İŞİ

Hikayelerin yarısını bu yıl ( 2012 ) büyük oğlumun üniversite ( LYS ) sınavına girdiği zamanlarda okudum. 16 Haziran - Matematik sınavı ve 24 Haziran- Fen sınavı. Eşimle birlikte çocuğumuzu sınavlara götürmüş ve onu sınav olduğu okulun bahçesinde beklemiştik. Eşim gazetelerini okurken, ben Forsyth'ın hikayelerine dalmıştım. Zaman açısından, hikayeler kısa olduğu için, bölünmeden okuyabileceğim için, bekleme zamanını değerlendirmek için tercihimi bu öykülerden yana kullanmıştım. Bu satırları yazarken o anları anımsıyorum; okul bahçesi velilerle dolu, pek çok annenin elinde dua kitapları, sınavdaki çocukları için dualar okuyorlardı. Benim elimde ise MUHTEŞEM HATA adlı bir kitap vardı...O anda bu paradoksun farkına varamamıştım, fakat 3 Ağustos 2012 günü, üniversite tercihleri için tanınan son günde, oğlum meslek seçimini yapmak zorunda kaldığında, muhteşem hata yapmaması için dua ettim. Oğlumun net hedefi yoktu, hiçbir meslek dalına kendisini yakın hissedemediğini, çünkü hiçbir mesleği tam olarak tanımadığını söylüyordu. Mühendislik, mimarlık ve diş hekimliği seçeneklerine, ilgi olarak, hemen hemen eşit uzaklıktaydı. Sınavlarda aldığı toplam puan, bu üç meslek grubuna uygun ve Türkiye’de en seçkin üniversitelerde eğitim alabilme imkanı sağlayabileceğinden, tercih sıralaması yapmakta oldukça zorlandı. Her gün tercih listenin sıralaması değişiyordu. Çocuğumun gel gitleri arasında, insanların bir anda aldığı kararlar, hayatlarını ne denli büyük ölçüde değiştirebileceğini düşündüm. Yavrumun, kendisi için, hayırlı bir karar vermiş olmasına dua ediyorum. İlk tercihlerini , İstanbul Teknik Üniversitesi, mühendislik bölümlerinden yana kullandı. Sonuçlar Ağustos ayın sonlarında açıklanacak.Seçimi umuyorum ve diliyorum hayırlı olur.

Evet, biraz önce yazdığım gibi bir anda alınan kararlar, insanların hayatlarını iyi veya kötü yönde , değiştirme gücüne sahip. Hepimiz muhteşem hatalar yapabiliriz ve yanlış meslek, yanlış arkadaşlıklar, evlilik için yanlış eşler vb. seçebiliriz, bu yanlış seçimler, hayatımız boyunca bizi mutsuz edebilir. Tam tersi de mümkün elbette, doğru meslekler, doğru arkadaşlar ve evlilik için doğru eşler seçerek, daha mutlu bir yaşam sürebiliriz. Vay be! Son satırları yazarken kendime gülümsedim, ne kadar felsefi bir yaklaşım! Sanki yeni bir şeyler keşfediyormuşum gibi…Elbette ki salt mutlu veya salt mutsuz insanlar yoktur, mutlu ve mutsuz anlarımız vardır, yine de aldığımız bazı kararlar hayatımızı önemli ölçülerde etkileyebilir.Tıpkı banka müdürün Murgatroyd'un hayatı gibi, kahramanımız korkunç kötü evlilik yapmıştır. Karısı tam bir kontrol ucubesidir ve yumuşak huylu Murgatroyd, zamanla onun pek çok kaprisine katlanmak zorunda kalmıştır ve kendisine bile saygısını yitirmiştir. Bu evlilik işkencesi, Murgatroyd'un kendisini gerçek bir erkek gibi hissedene kadar devam eder, tam yirmi küsur yıl. Çiftin kazandığı bir deniz tatil sırasında, karısından gizli ve ani bir kararla balık avına çıkan Murgatroyd, özgüvenini tekrar kazanıyor ve karısı ile olan ilişkisine, nihayet kendi istediği yönü veriyor. İmparator, çok hoş bir hikayeydi...Çok az insan, hayatlarındaki ucubelerle baş edebiliyor ve onlardan kurtulmayı başarabiliyor, işte bu baş edişin hikayesiydi - İmparator. Aklıma Orhan Pamuk geliyor, İ.T. Ü üçüncü sınıftayken, mimarlık fakültesini terk etme cesaretini göstermiş ve gerçekte yapmak istediği iş yazarlık olduğunu anlayarak gerekeni yapmış. Aynı şekilde Yılmaz Erdoğan, İ.T.Ü İnşaat fakültesini terk edenlerden... Her iki örnekteki şahısları sevmesem de, ne istediklerini bildikleri için, mahalle baskısına maruz kalmadan, sadece iç seslerinin peşini bırakmadıkları için, kendilerine ihanet etmedikleri için, saygı duyduğumu dile getirmeden geçemiyorum. Evet evet, önemli olan hata yapmak değil, önemli olan o hatayı bir yaşam boyu sürdürmemektir.Bu yazımı oğluma okutmalı mıyım ? Gülüyorum...

Bir anda alınan kararlar, hayatımızı nasıl değiştirir konusuna , başka bir örneğini Muhteşem Hata, hikayesinde işlemiş Frederick Forsyth. İstediği her şeye sahip olan zengin bir iş adamı. Hayatında eksik olan tek şey, uygun bir eş ve aile. Her zaman olduğu gibi şans yine ondan yanadır ve bir hayır toplantısında , tesadüfen kendisini çok etkileyen bir kadınla tanışır. Nihayet, karşısında istediği bir kadın var, fakat kadın evli ve ona ihtiyaç duyan bir kocası var...Kadının kalbini kazabilmenin tek yolu, kocayı aradan kaldırmaktır. Gözünü hırs bürümüş kahramanımız, tüm dünyevi şeylere sahip olmak yolunda, önüne geçen her engeli gözü kırpmadan kaldırmakta kararlıdır, fakat bir gerçek vardır ki , hayat her zaman sürprizlerle doludur.

"Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste..." diye bir sözümüz vardır. İrlanda'da Bir Yılan, öyküsü bu sözümüzün doğrular nitelikte.Hintli bir tıp öğrencisi , okulunun bazı ihtiyaçlarını karşılamak için, yaz tatilinde zor, ama paralı bir inşaat yıkım işine girer. İşin zorluğu yanı sıra, genç öğrenci, İrlandalı ırkçı patronu tarafından kötü muameleye maruz kalır. Hikaye, Hintli öğrencinin muhteşem intikamını konu alıyor…

Samuel Nutkins, orta yaşlı, korkak, üst düzey sigorta şirketi görevlisidir. Tekdüze süren hayatı, bir gün tesadüfen alt üst olur.Kahramanımız işe giderken, trende, koltuğun arasında bir porno reklam dergisi buluyor...Reklamlar, ürkek Nutkins’in şehvet duygularını uyandırıyor. Ucuz memnuniyeti için, umduğundan çok daha fazlasını ödemek zorunda kalır. Yine sürpriz bir sonla biten çok eğlenceli bir hikayeydi, Kötü Para…


Son olarak ,Dikkatli Bir Adam öyküsüyle bu uzun yorumumu noktalıyorum. Timothy Hanson kendi kendini yetiştirmiş maddi durumu çok iyi olan orta yaşlarda bir adam. Ne yazık ki kansere yakalanmış ve birkaç ay ömrü olduğunu öğrenmiştir. Ailesi olmadığı için yasal mirasçısı kız kardeşin ve ailesidir. Ancak kahramanımız onları hiç sevmemektedir. Oldukça yüklü olan mirasını onların eline geçmemsi için ince hesaplanan, akıl almaz bir senaryo hazırlamıştır. Ölümünden sonra âdeta yaşarmışçasına intikamını açgözlü akrabalarından almayı başarmıştır.…


Bu öykülerin, ortak noktası gündelik hayatta alınmış olmalarıdır. Komik, sürprizli ve hoş olan bu kısa hikayeler, sıradan insanları konu ediyor. İlgimi çeken şey, öykülerin merkez figürleri, erkek karakterleri olmasıydı. Ben okurken çok eğlendim…



Yazar hakkında nette bulduğum bilgileri paylaşıyorum;
Frederick Forsyth 25 Ağustos 1938 tarihinde Ashford/Kent'te doğdu. Erken yaşta dile karşı olan merakını keşfederek Tonbridge Okulu'nda Fransızca, Almanca, İspanyolca ve Rusça öğrendi. Yazlarını o dönemde, Almanya'da bir ailede misafir kalarak geçirirdi. 16 yaşındayken altı dil konuşabiliyordu. Bir yıl sonra boğa güreşçisi olmak için okulu bıraktı. 19 yaşındayken Roayl Air Force'un en genç pilotu oldu.

Granada'da bitirdiği üniversite eğitiminden sonra 1963 yılından itibaren Paris, Brüksel, Madrid, Budapeşte, Roma ve Almanya'daki Reuter Haber Ajansında çalıştı. 1965 yılından itibaren ayrıca BBC için haberci ve siyaset uzmanı olarak çalıştı.

Siyasi bir skandaldan dolayı BBC'den ayrılır ve yazarlığa başlar. Önce Biafra hakkında inceleme niteliği taşıyan bir kitap yazdıysa da, daha sonra Gerilim roman türüne dönecekti.

Kitapları bugüne kadar 35 milyondan fazla satıldı ve kendisini Siyasi-Gerilim Roman türünün ustası yaptı. En ünlü eseri ise, Çakal'dır.

Frederick Forsyth bugün Londra yakınlarında yaşamını sürdürmektedir
.


06 Ağustos 2012
Bursa

AŞRAM - RAM OREN

11 Temmuz 2012 Çarşamba



Bir şeyi kaybetmeden, değerini anlamın yolu nedir ? Sorusuna cevap bulmaya çalışan bir roman...


" Bazen, hepsini elde etmek için tamamını riske etmemiz gerektiğini anlamalısınız."diyor Ram Oren okuduğum son romanı AŞRAM'da.

Bunun gerçek olduğunu yaşadıklarımdan biliyorum.

Ram Oren'i 2007 yılında Afrika Prensesi romanı ile tanıdım, kitabı bir solukta okumuştum. Daha sonra Tuzak romanını edindim ve o romanı da büyük keyif alarak okudum.Ram Oren kendine özgü basit anlatımıyla benim sevdiğim yazarların arasında yerini aldı. Masal okumak istiyorsam onun kitaplarına baş vuruyor oldum.

Masalları her zaman çok sevmişimdir ve bu yaşıma rağmen hâlâ çok seviyorum...

Ram Oren'in üslubu ve masallarının konusu benim hoşuma gidiyorlar.

AŞRAM romanını 4 Temmuz 2012 tarihinde devrettim.

İki çocuk babası avukat olan Micky, yirmi kusur yıllık karısı Ofra ve Gökyüzü tarikatın öğretmeni Hintli Ram Sing üçgeni üzerinde kurulmuş bir kurgu.Roman beni eğlendirdi.Arada sırada isyanlarım olmadı değil...Bu kadar da değil! şeklinde, ama sonra, masal okuduğumu hatırlayınca, tebessüm etmekle yetindim.

AŞRAM, bir tecavüz davasıyla başlıyor. Romanın ilk sahnesi mahkeme salonunda geçiyor.Tecavüz eden adamın avukatı olan Micky, müvekkillinin suçlu olduğunu bildiği halde savunmasını üstleniyor ve suçlunun, ceza almadan, hapse gitmesini engelliyor, tabii ki dolgun ücret karşılığında. Haksız yere kazanılan davada, hiç olmazsa, mahkemede sunulan savunma delillerin daha tutarlı olmalıydı bana göre, romanın o bölümünü, hukuk eğitimi alan Ram Oren'e hiç yakıştıramadığımı söylemeden geçemiyorum.

Avukatlık mesleği ne kadar zor olduğunu düşündüm. Bildiğiniz halde, suçluya yardım ediyorsunuz...Ama Micky için bu sorun değil çünkü, kara para onu daha çok heyecanladırıyor;" Para beni hep heyecanlandırmıştır, kara para ise bu heyecanı artmasını sağlamıştır."

Aşram, kelimesi ne anlama geldiğini bilmiyordum ve romanla birlikte, nette edindiğim bilgilere göre Hindistan’da orman içinde ya da dağda, bilgelerin dünyanın telaşından uzak, huzur içinde yaşadıkları yerlere verilen Sanskritçe bir addır. Bu yerler inzivaya çekilmek için kullanıldığı kadar, eğitim için de kullanılır.

Romanın, adından da anlaşıldığı gibi, işlendiği ana tema insanların mutluluk ve huzur arayışı. Bazan ( O.P ) paranın bu huzuru ve mutluluğu satın alması mümkün olamıyor...Yazara göre," Eğer ölüm korkusunu yok edebilirsek daha mutlu olacağız"Galiba bu konuda Ram Oren haklı...

Romanın ikinci bölümü Hindistan'da geçiyor. Bu egzotik ülke benim ilgi alanımda olduğu için kısa da olsa, romanın satırlarında, oralara yolculuk keyfiliydi.

Tam olarak sebebini bilmiyorum, fakat Ram Oren benim sempatilerimi kazanmış bir Yazar.Gerçek hayatı hakkında her ne kadar daha fazla bilgi edinmeye çalışmış olsam da, bulabildiğim sadece bunlar;
1936 yılında; İsrail'de doğdu. Edebiyata ilgisi küçük yaşlarda, lisede kazandığı bir öykü yarışmasıyla başladı. Hukuk eğitimi aldı. Uzun yıllar gazetecilik yaptı. Kitaplarının hemen hepsi çok satanlar listesine giren Ram Oren aynı zamanda İsrail'de önemli bir yayıncı olarak çalışmaktadır. Kitapları çeşitli dillere çevrilen, televizyon ve sinema filmlerine uyarlanan Oren; birçok ödülün sahibidir.Karısı Nitza onun ilk okuru ve editörüdür.

Romanların ilk sayfalarında bulunan ithaf yazıları her zaman ilgimi çekmiştir. Aşram romanı da bir ithaf ile başlamış;
"Yardımlarına ve rehberliği için teşekkürlerimle arkadaşıma ve ruhani öğretmenime Nisim Amon'a ithaf ediliştir"

Ram Oren de bir ruhani öğretmene ihtiyaç duymuş demek ki.
İnsanlar ne yazarlarsa yazsınlar, nasıl yazarlarsa yazsınlar, kendilerini anlattıklarını düşünüyorum.

Kitap 1998 yazılmış, insan ilişkileri, aşk, arkadaşlık, para, duygular ve dürtüler masalsı bir kurgu içinde incelemeye alınmıştır.

" Düşünceleri engelleyen duvarların arkasında gerçek özgürlük var" diyor Ram Oren. Bunu hepimiz biliyoruz, ama" dünyadaki çoğu insan gibi sürekli kırıntılar toplayan korku dolu karıncalar gibi davranıyoruz."

Bir roman daha devrettim ve kitap okur macerama yeni heyecanlı maceralarla devam edeceğimi ümit ediyorum.

Güncemi, romandan çok hoşuma giden bir cümleyle noktalıyorum. İtiraf etmeliyim ki ben, hayatta , her şeyi fazlasıyla kontrol altına almaya çalışıyorum, bunun yanlış olduğunu bildiğim halde, kontrolü elden bırakamıyorum... : )

"Fazla kontrol altına alınmaması gereken bir dans gibi, hayattan da zevk almasını bilmek, akmak zorlamamak gerekir."