26 Ocak 2013 Cumartesi

PİYANO-K. PULLİNGER, J. CAMPİON

6 Mart 2012 Salı






Piyano benim en sevdiğim enstrümandır. Piyanonun sesini ilk kez 1971-1972 yılında duyduğumu tahmin ediyorum.İlkokul birinci sınıfa gidiyordum ve o yıllarda televizyon ile henüz tanışmadığım için piyanoyu görme imkanım olmamıştı.Annemle, Kırdjali ( Bulgaristan) Kültür evine gitmiştik, akordiyon dersi almam için kayıt yapılacaktı. O zamana kadar tanıdığım iki enstrüman vardı; annemin ve ablamın çaldığı akordiyon ve dayımın oğlunun çaldığı keman.
İlk kez gittiğim kültür evinde kapalı bir kapı ardından kulağıma çok güzel bir ses geldi...Daha önce hiç duymadığım bir sesti. Anneme sormuştum bu sesin ne olduğunu ve ilk kez piyanonun adını duymuştum.Biraz sonra da piyanonun kendisini görmüştüm... Duvar tipi olmasına rağmen bana o kadar büyük görünmüştü ki...Akordiyon klavyesine kıyasla, piyanonun klavyesi bana sonsuz gibi gelmişti...Sevmiştim bu enstrümanı daha ilk bakışta.
Kendi piyanoma sahip olmam çok kolay olmamıştı, araya yıllar girdi ve ben orta okul öğrencisiyken eve piyano gelebilmişti.
Hâlâ hatırlarım o günü, odayı saran yoğun ahşap kokusunu ve benim mutluluğumu...Nocturno Marka, akustik duvar tipi bir piyano.
Hayatımda, piyanoya karşı sevgim hep arttı... 1989 yılında, göç, beni piyanomdan zorunlu ayırmıştı.
Türkiye'de yaşamaya başladıktan kısa bir süre sonra, yenisini satın almıştım ve şimdilerde o piyanoda iki oğlum çalıyor...
Bu satırları yazarken, karşımda büyük oğlum oturuyor, test çözüyor. Yazmayı kesiyorum ve cevabını bildiğimi sandığım bir soru soruyorum;
En sevdiğim enstrüman hangisi?
Nefesli çalgılar, cevabı beni şaşırtıyor.
Bu cevap bana bir gerçeği hatırlatıyor, ulaşamadığımız hayallerimiz her zaman caziptir. Hayatta bazen, hayallerimize ulaşamayabiliriz, mutsuz olmamak için, sahip olduklarımızla mutlu olmayı öğrenmeliyiz.
Benim annem akordiyon çalmamı istemişti, tıpkı ben oğlumun piyano çalmasını istediğim gibi. Ben, sevdiğim enstrümana sahip olmuştum, ama oğlum...
Ben bir tür bencil miyim diye soruyorum kendime, geçenlerde birisi bana bencil olduğumu söylemişti...Haklı mıydı yoksa!
Ama nasıl bilebilirdim ki!
Piyano, sanki frak giymiş, daima ciddi, yerinde sağlam duran, iyi moral dağıtabilen, müziğe âşık, benim hayran olduğum ve daima güvendiğim bir arkadaşım olmuştu yıllarca.
Oğluma da öyle bir arkadaş olmasını istemiştim.


Piyano ile ilgili her şey dikkatimi çeker...En son PİYANO adında küçücük bir kitap takıldı bakışlarıma. Kitabı hiç düşünmeden edindim ve 2 Mart 2012 tarihinde devrettim.



"Tanımadığı bir erkekle evlenen Ada, dokuz yaşındaki kızı ve piyanosuyla birlikte Yeni Zelanda'ya gelir.
Kocası piyanoyu istemez ve Baines'in sahildeki arazisi ile takas eder. Ama Ada herşeyden çok piyanosunu istemektedir. Ada cahil, garip görünüşlü ve dövmeli komşusu Baines ile piyano çalabilmek için pazarlık yaparak anlaşır. Piyano çalarken adamın bazı isteklerine boyun eğecektir. Masum isteklerin ve olağanüstü cinsel tutkuların acımasız öyküsü... "
Kitabın arka kapağından

Okuduğum eser ne tür olduğunu anlayamadım. Roman mı, novella mı, uzun hikaye mi karar veremedim...Bence hiçbiri değildi.

Daha çok televizyonu dinleyen bir izleyicisi olarak tanımlayabilirim kendimi.
Dimağımda, oradan duyduğum bir söz var; Senaryoyu okudum, beğendim ve rolü kabul ettim.Herhangi bir oyuncudan duyduğum bir söz.
Hep merak etmişimdir bir film senaryosu nasıl bir şeydir.
Okuduğum kitap sanırım bu merakımı giderdi. Kitap şeklinde, fakat bir film senaryosuydu sanki okuduklarım.Bir farkla tabiî, hayalimdeki film senaryoları, dosyalanmış beyaz kağıtlar üzerinde yazılıydı.

Bu hisse neden kapıldığımı bilmiyorum, belki bir ön yargıydı. Kitabın Yazarları iki kişi gösterilmiş Jane Campion ve Kate Pullinger.
Jane Campion aynı zamanda film yönetmeni olduğunu ve PİYANO filmi ile 1993 Oskar ödülünü kazanmış bilgisi geçiyor kitabın arka sayfasında.

Okuduğum küçük 190 sayfalık kitabın sağlam kurgusu vardı. İskelet, konu, geçişler çok güzel, anacak bir edebi eser değildi sanki, bir şeyler eksikti. Ya da ben öyle hissettim.
Kitap okurken hikayenin içine girebiliyorum, kahramanlarla kendimce yakınlık kurabiliyorum, oysa bu sefer, eserin dışında kaldım.Okurken hiçbir şey hissedemedim.
Kahramanların duyguları bana göre çok kuru ve yüzeysel anlatılmıştı...Ortada sadece çok güzel kurgu ve iskelet vardı.

Korkak bir öğretmen- müzisyen, kadın ruhundan hiçbir şey anlamayan bencil bir koca ve okuma yazmayı dahi bilemeyen, bir balina avcısı.
Bu üç erkeğin arasında kalan bir kadın, Ada.

Çok çabuk okudum, ama bir senaryo okurmuşçasına...
Filmi izlemek isterdim.

Ada, elinde ayna, yüzünü incelerken, oradaki yansımasında, yaşadığı yoğun duyguların işaretini aradığını anlatan satırlar bana çok tanıdık geldi.
Tebessümle okudum, hayatımda iki kez ben de o işaretleri, aynanın karşısında, aradığımı çok net hatırlıyorum.

' Sessizliğin içinde, şimdiye kadar konuşulmuş her şeyden daha çok şeyler gizli' diyor Kate Pullinger.
Bazen ,sessizlik, bir insana, verilebilecek en büyük cezalarından biridir...
Tıpkı Ada, babasına verdiği ceza gibi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder