6 Mart 2012 Salı
Piyano benim en sevdiğim enstrümandır.
Piyanonun sesini ilk kez 1971-1972 yılında duyduğumu tahmin
ediyorum.İlkokul birinci sınıfa gidiyordum ve o
yıllarda televizyon ile henüz tanışmadığım için piyanoyu görme imkanım
olmamıştı.Annemle, Kırdjali ( Bulgaristan) Kültür
evine gitmiştik, akordiyon dersi almam için kayıt yapılacaktı. O zamana kadar
tanıdığım iki enstrüman vardı; annemin ve ablamın çaldığı akordiyon ve
dayımın oğlunun çaldığı keman.
İlk kez gittiğim kültür evinde kapalı
bir kapı ardından kulağıma çok güzel bir ses geldi...Daha önce hiç duymadığım bir sesti.
Anneme sormuştum bu sesin ne olduğunu ve ilk kez piyanonun adını
duymuştum.Biraz sonra da piyanonun kendisini
görmüştüm... Duvar tipi olmasına rağmen bana o kadar büyük görünmüştü
ki...Akordiyon klavyesine kıyasla, piyanonun
klavyesi bana sonsuz gibi gelmişti...Sevmiştim bu enstrümanı daha ilk bakışta.
Kendi piyanoma sahip olmam çok kolay
olmamıştı, araya yıllar girdi ve ben orta okul öğrencisiyken eve piyano
gelebilmişti.
Hâlâ hatırlarım o günü, odayı saran
yoğun ahşap kokusunu ve benim mutluluğumu...Nocturno Marka, akustik duvar tipi
bir piyano.
Hayatımda, piyanoya karşı sevgim hep
arttı... 1989 yılında, göç, beni piyanomdan zorunlu
ayırmıştı.
Türkiye'de yaşamaya başladıktan kısa
bir süre sonra, yenisini satın almıştım ve şimdilerde o piyanoda iki oğlum
çalıyor...
Bu
satırları yazarken, karşımda büyük oğlum oturuyor, test çözüyor. Yazmayı
kesiyorum ve cevabını bildiğimi sandığım bir soru soruyorum;
En
sevdiğim enstrüman hangisi?
Nefesli çalgılar, cevabı beni
şaşırtıyor.
Bu
cevap bana bir gerçeği hatırlatıyor, ulaşamadığımız hayallerimiz her zaman
caziptir. Hayatta bazen, hayallerimize ulaşamayabiliriz, mutsuz olmamak için,
sahip
olduklarımızla mutlu olmayı öğrenmeliyiz.
Benim annem akordiyon çalmamı
istemişti, tıpkı ben oğlumun piyano çalmasını istediğim gibi. Ben, sevdiğim
enstrümana sahip olmuştum, ama oğlum...
Ben bir tür bencil miyim diye soruyorum
kendime, geçenlerde birisi bana bencil olduğumu söylemişti...Haklı mıydı
yoksa!
Ama nasıl bilebilirdim
ki!
Piyano, sanki frak giymiş, daima ciddi,
yerinde sağlam duran, iyi moral dağıtabilen, müziğe âşık, benim hayran olduğum
ve daima güvendiğim bir arkadaşım olmuştu yıllarca.
Oğluma da öyle bir arkadaş olmasını
istemiştim.
Piyano
ile ilgili her şey dikkatimi çeker...En son PİYANO adında küçücük bir kitap
takıldı bakışlarıma. Kitabı hiç düşünmeden edindim ve 2 Mart 2012 tarihinde
devrettim.
"Tanımadığı bir erkekle evlenen Ada, dokuz yaşındaki kızı ve piyanosuyla birlikte Yeni Zelanda'ya gelir. Kocası piyanoyu istemez ve Baines'in sahildeki arazisi ile takas eder. Ama Ada herşeyden çok piyanosunu istemektedir. Ada cahil, garip görünüşlü ve dövmeli komşusu Baines ile piyano çalabilmek için pazarlık yaparak anlaşır. Piyano çalarken adamın bazı isteklerine boyun eğecektir. Masum isteklerin ve olağanüstü cinsel tutkuların acımasız öyküsü... "
Kitabın arka kapağından
Okuduğum
eser ne tür olduğunu anlayamadım. Roman mı, novella mı, uzun hikaye mi karar
veremedim...Bence hiçbiri değildi.
Daha çok televizyonu dinleyen bir izleyicisi olarak tanımlayabilirim kendimi.
Dimağımda, oradan duyduğum bir söz var; Senaryoyu okudum, beğendim ve rolü kabul ettim.Herhangi bir oyuncudan duyduğum bir söz.
Hep merak etmişimdir bir film senaryosu nasıl bir şeydir.
Okuduğum kitap sanırım bu merakımı giderdi. Kitap şeklinde, fakat bir film senaryosuydu sanki okuduklarım.Bir farkla tabiî, hayalimdeki film senaryoları, dosyalanmış beyaz kağıtlar üzerinde yazılıydı.
Bu hisse neden kapıldığımı bilmiyorum, belki bir ön yargıydı. Kitabın Yazarları iki kişi gösterilmiş Jane Campion ve Kate Pullinger.
Jane Campion aynı zamanda film yönetmeni olduğunu ve PİYANO filmi ile 1993 Oskar ödülünü kazanmış bilgisi geçiyor kitabın arka sayfasında.
Okuduğum küçük 190 sayfalık kitabın sağlam kurgusu vardı. İskelet, konu, geçişler çok güzel, anacak bir edebi eser değildi sanki, bir şeyler eksikti. Ya da ben öyle hissettim.
Kitap okurken hikayenin içine girebiliyorum, kahramanlarla kendimce yakınlık kurabiliyorum, oysa bu sefer, eserin dışında kaldım.Okurken hiçbir şey hissedemedim.
Kahramanların duyguları bana göre çok kuru ve yüzeysel anlatılmıştı...Ortada sadece çok güzel kurgu ve iskelet vardı.
Korkak bir öğretmen- müzisyen, kadın ruhundan hiçbir şey anlamayan bencil bir koca ve okuma yazmayı dahi bilemeyen, bir balina avcısı.
Bu üç erkeğin arasında kalan bir kadın, Ada.
Çok çabuk okudum, ama bir senaryo okurmuşçasına...
Filmi izlemek isterdim.
Ada, elinde ayna, yüzünü incelerken, oradaki yansımasında, yaşadığı yoğun duyguların işaretini aradığını anlatan satırlar bana çok tanıdık geldi.
Tebessümle okudum, hayatımda iki kez ben de o işaretleri, aynanın karşısında, aradığımı çok net hatırlıyorum.
' Sessizliğin içinde, şimdiye kadar konuşulmuş her şeyden daha çok şeyler gizli' diyor Kate Pullinger.
Bazen
,sessizlik, bir insana, verilebilecek en büyük cezalarından
biridir...
Tıpkı Ada, babasına verdiği ceza gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder