26 Ocak 2013 Cumartesi

YANILSAMALARIN ANATOMİSİ - ARAMIZDAKİ DUVAR ve LUDMİLA FİLİPOVA

19 Haziran 2012 Salı



Bir günce ( blog ) yazmaya başlamadan önce pek sık kendi kendime bir soru soruyorum. Neden yazıyorum ?

Yazıyorum, çünkü kitap okumayı seviyorum ve kitaplar hakkında sohbet etmeyi seviyorum.Çevremde, okuduğum kitaplar hakkında izlenimlerimi anlatamayınca , yazarak sohbet ediyorum.Ayrıca yazmayı seviyorum. Hem her zaman kitap günlüğüm olmasını istemişimdir, nedeni ise, bir kitabı devrettiğim an, hakkındaki ilk izlenimler benim için değerli ve onları bir şekilde muhafaza etmek istiyorum. Bunları gerçekleştirmek için bir blog sayfasından daha mükemmel ne olabilir ki...

16 Haziran 2012 tarihinde, Bulgar Yazar Ludmila Filipova'nın ilk romanı Aramızdaki Duvar'ı devrettim. Roman hakkındaki izlenimlerimden önce, Yazarla nasıl tanıştığımı anlatmak istiyorum.

Ben özellikle roman okumayı çok seviyorum, en uzun soluklu özel merakımdır romanlar. Kendimi bildiğim bileli kitaplar hep vardı hayatımda, uyumadan önce mutlaka ve mutlaka bir kaç satır okurum ne olursa olsun ve nerede olursam olayım.

İtiraf etmeliyim ki kitap koleksiyoncu yanım da vardır. Elbette ki kitaplar okunmak içindir, biriktirilmek için değiller, ama ben kitaplarıma bakmaktan da hoşlanırım. Kitap satın almaktan müthiş zevk alıyorum, kendime engel olamıyorum ve bir kitapevine girdiğim zaman, kitap satın almadan çıktığımı hiç hatırlamıyorum.


Ludmila Filipova'nın romanı ile Bulgaristan'da, Kırdjali şehrinin, tek kitapevine uğradığımda, tesadüfen tanıştım.Yıl 2010 olmalı... Kitapevi sahibesinden, yeni, günümüzde yaşayan Bulgar Yazarlarını merak ettiğimi söylemiştim. Tereddütsüz, en çok okunan Yazarın kitabını vermişti elime. Bir erkek Yazar olacağını düşünmüştüm, ama Yazar bir kadındı, Ludmila Filipova. Ben fazla düşünmeden kitabı satın almıştım ve bir gün okurum diyerek kitaplığıma yerleştirmiştim. O gün pek yakın bir gün olamayacağını biliyordum. Burada bir açıklama yapma gereği hissettim, yazar, kadın veya erkek çok önemsediğim bir ayrıntı değil gayet tabii, sadece Bulgarca okumaktan eskisi kadar haz almadığım için, kitabın okuma sırası pek yakın gelecekte olamayacağını düşünmüştüm.

Bir magazin haberi, romanı okumama vesile olacağına hiç ihtimal veremezdim, ama tam da bu şekilde oldu. Magazin haberlerini özellikle takip etmem, ama o kadar çok oluyorlar ki bu tür haberler, gayriihtiyari, ben de herkes kadar bilgi sahibi olabiliyorum. Velhasıl kelam, geçenlerde, nette, gazeteleri gözden geçiriyordum, Tuna Kiremitçi ve kız arkadaşıyla ilgili, fotoğraflı, bir haber gördüm, ilgilenmedim. Hür bir erkek... Aynı haber bir gün sonra bir kez daha ekranıma gelince , bu sefer" Bulgar sevgilisi "sözü takıldı bakışlarıma. İrkildim. Türk erkeklerin, yabancı kadınlara karşı çekim gücüne nedensiz kızıyor ve onları kendimce kınıyorum. Haberin ayrıntılarını bu sefer kızgınlıkla okudum, gülüyorum ama öyle. Yazarımızın kız arkadaşı bir Bulgar Yazar olduğunu öğrendim, çok da yeni bir şey değilmiş aslında, benim için yeni haberdi...Yazarın adı Ludmila Filipova. Ossaat, kitaplığımda Yazara ait bir kitap olduğunu hatırladım. Neden Türk erkekleri, yabancı kadınlara ilgi duyuyorlar sorusu bazen aklımı kurcaladığı olmuştur. Atatürk, bile zamanında, Sofya'da görevliyken bir Bulgar kızdan etkilenmiş, Miti Kovaçeva. Konuyu ele alan biyografik romanı 2010 yılında okumuştum.

Tuna Kiremitçi, çok sıkı hayranı olmasam da, takip ettiğim genç Yazarlarımızdan birisidir. Özellikle köşe yazılırını okumayı seviyorum...Neden bilmiyorum, ama bu Yazarı, düşünce olarak kendime yakın hissettiğim oluyor. Hakkında okuduğum bu son magazin haberi beni hayal kırıklığına uğrattığını gizlemiyorum. Onu anlamak istedim...Neden o da bir yabancı kız arkadaş/ eş edinenlerden birisi oldu diye. Belki Lüdmila Filipova'nın romanı bana cevap verebilirdi...
Kitaplığımda, romanı buldum ve 20 Mayıs 2012 tarihinde okumaya başladım.

Roman beni ilk satırıyla esir aldı ve olumlu anlamda şaşırttı. Romanın konusu ilgimi çekti, çünkü benim tanıdığım bir dönem kaleme alınmış, tanıdığım bir coğrafyada. Komünist rejimin çöküşünü ve demokrasiye geçişini, kendi bakış açısıyla ve ustalıkla anlatabilmiş Ludmila Filipova. Romanı keyif alarak okudum.

1989 yılı öncesinde, sosyalizm zamanında, halkın farkında olmadığı, oligarşinin yaşantısı anlatılıyor.Yazarın dedesi, Grişa Filipov, benim Bulgaristan'da yaşadığım dönemde başbakandı, dolayısıyla Ludmila Filipova ile aynı dönemde, aynı topraklarda yaşamışız, ancak farklı sosyal gruplarda. Benim Bulgarisatan'da yaşadığım zamanlarda ve tam olarak farkında olamadığım bir elit kitle tüm çıplaklıyla anlatılmış.
Bulgaristan'da sosyalist rejim süresince, insanlar arasındaki eşitlik masalının bir yalan olduğu, böyle bir rejimin yaşanmasının mümkün olmadığı, işte bu satırlarla anlatmış Yazar. ;" En büyük idealistler bile, insanlara özgü olan bu bulaşıcı hastalığa, yani açgözlülüğe, birer birer yakalanmışlrdı. iktidar, şohret ve para; savaş verdikleri tüm ideallerini yok etmişti.
Çünkü; iktidar, şöhret ve para çok güçlü uyuşturucular. Onlara sadece bağımlı kalmak yeterli değil, dozlarının da sürekli arttırılması gerekiyor."

Romanın satırlarında kendi düşüncelerime mütevazi düşünceler okumaktan keyif aldım.

Ben komünizm masalının korkunç aldatmaca olduğunu daha sonra farkına varabilmiştim. " Karl Marx'ın - komünizmin babası - Kapital eserinde, söylemiş ki , eğer komünizm rejimi sınırlı ülkelerde kurulursa ve o ülkeler dünyadan soyutlanırlarsa, önünde sonunda , bu sistem kendi kendini yok edecektir"

Biz halk, hiçbir şeyden haberdar edilmiyorduk, 1989 yılı öncesi Bulgaristan'ında. Kitaplar, yayınlar, konuşmalar her şey sansürlüydü, Karl Marx'ın düşünceleri bile ...

29 eylül 1989 tarihinde Bulgaristan'ı terk edip, Türkiye'ye göç gelmiştim. Kasım 1989 , komünist rejimin, darbe sonucu sona erdirilişi ve beraberinde eşitlik masalının , bir ütopyanı, sona ermesinin tam olarak nasıl gerçekleştiğini romanın satırlarından öğrendim. Kitapta, Yazarın dedesi olan ve başbakan Grişa Filipov için yazdığı satırları okuduğumda," Öyle insanlar vardır ki, hayatının büyük bölümünü onlarla birlikte yaşamış olmana rağmen, onları hiçbir zaman tam olarak tanımamış ve anlayamamış olabilirsin", hepimiz için geçerli bir hakikat olduğunu düşündüm. Çünkü biz insanlar, her şeyi, anca kendi düşünce süzgecimizle değerlendirebiliyoruz ve sadece empati kurabiliyoruz ve bazen en yakınlarımızı bile gerçek yüzlerini tanıyamıyoruz.

Aramızdaki Duvar romanı, iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, daha çok komünist rejiminin çöküşü ve imkansızlığı, ikinci bölümde ise demokrasinin sancılı doğuşu anlatılıyor. İlk bölümde eski rejimin kurucusunun adından yazılan mektuplar var.İkinci bölümden ise yeni demokratik rejimi ve derin devleti kuranın adından yazılan günlük notlar var. Bu bölümler italik , birinci şahıs tarafından yazılmış ve itiraf niteliği taşıyorlar . Olric’in sesi…Tutnamayanlar’ı okuyanlar bilirler.

Kitabın adı, bana göre, Yanılsamaların Anatomisi, olmalıydı. Orijinal adı öyle çünkü. Roman, Türkçe olarak, Aramızdaki Duvar ismiyle , 2011 yılında Doğan Kitapçılık tarafından yayımlanmış.

Romanın ana karakterlerden birisi olan Anna, eski (komünist) rejimin hiyerarşi piramidin tepesinden geliyor . Genç kızın, rejim darbesinden sonra, tepetaklak olan hayatı ve ayakta kalma mücadelesi anlatılıyor. Diğer ana karakter Boris , o da tam tersi, eski rejimin, halk temsilcisi, yeni demokratik rejimimin kurucularından ve oluşan derin devletin,Yazarın değişiyle mütevazi devletin, önderlerinden. Boris, haksız yere, sadece sosyal sınıfı gereği, aşağılanmış ve kendisiyle alay edilmiş bir çocuk. İnsanı en çok ve en derin yaralayan, bana göre tabii ki eşitsizlik. Bu alaylar, Boris'i hayatı boyunca başarıya iten güç oluyor. "Tedavi edilememiş, çocuklukta alınan yaralar hiçbir zaman kapanmazlar. Onlara dokundukça hep sızlarlar... " diyor Ludmila Filipova, çünkü o da çocukluğunda, rejimin yıkılışı ile , ailesi yüzünden , öyle yaralar almış.Dedesi, ailesi hırsızlıkla suçlanmış...

" Anna anladı ki, hayatta insan çok yalnızdır. Daima, her zaman ve her yerde.Toplum sadece bir yanılgı... Herkes kendi becerilerine göre yaşıyor. Hiç kimse seni düşünemez, eğer sen kendi kendini düşünmezsen. Neşeleli ve çok iyi niyetli dostlarıyla birlikte olduğu zamanlar bile, herkes , çoğunluğun içinde yalnızdır. Annesi bile yanındayken, sorunları yine kendisinindi.Sevdiği adamla yan yanayken ve el ele tutuştuklarında bile, gözlerini kapatınca yine yalnızdı, dünyanın karşısında yapayalnız."

Aradığım sorunun cevabını Ludmila Filipova'dan öğrenmedim. Romanı okumaya başlamam için küçük bir bahane oldu...İnsanlar elbette ki hürler ve istedikleri ırktan, mezhepten ve dinden mensup olanlara âşık olabilirler. Kadınlar da, erkekler de...Nedense bende , Türk erkeklerin , normalden fazla yabancı kadınlardan hoşlandıkları izlenimi kalmıştır hep ve bu izlenimiminin nedenini bulmaya çalışmışımdır bazen, meraktan sadece. Örnek vermem gerekirse, aklıma gelen ilk isimler; Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Ahmet Naci Kenter, Mehmet Arman, Mustafa Koç vs.vs. bu liste uzar gider... Belki de sorunun cevabını hiç aramam gerekmiyor, çünkü cevabını biliyorum, işin aslı, sadece kabul etmek istemiyorum.
Hem ben insanların karşılaşmasını tesadüf olmadığını hissetmişimdir daima...

"Hayat ne kadar tuhaf...Onda ne iyi, ne kötü, ne güzel ne de çirkin vardır.Etrafımızı çevreleyen her şeyin anlamını ve önemini yükleyenler bizleriz. Aynı şey, birimiz için çok iyi ve güzelken , başka birimiz için dehşet verici ve çirkin olabiliyor" Hayatımızdaki bu basit gerçeği, Yazar, beni çok etkileyen bir sahneyle örnekleyerek çok başarılı anlatabilmiş. Doğru, bizleriz her şeye anlam yükleyenler, o yüzden , kendi inandığımız gerçeklerin doğruluğunu, başka birilerine, inandırmaya çalışmak çok anlamsızdır.

Yakın dönem Bulgaristan tarihini anlatan, güzel bir roman okudum. Sade, derin ve etkileyici...Ben beğendim. 1985 yılında Bulgaristan'da yaşayan Türklere yapılan haksız zulümler hakkında, kitap sessiz kalıyor. Bana göre rejimin büyük yanılsamalardan birisiydi yaşananlar....Eşitlik masalı benim için işte tam da o an sona ermişti. Bize öğretilenler, ırk, din ,mezhep gözetmeden, tüm insanlar eşittir...Oysa bunlar sadece güzel birer yalandı. Bulgaristan'da yaşayan Müslüman azınlıklara yapılan manevi zulümü ve utanç verici ayrıntılar romanda yer almıyor...Kol kırılır ve yen içinde kalır, susmak gerekiyor bazan. (O. P.)

Grişa Filipov, torununa verdiği son nasihatle ben de bu uzun kitap yorumumu noktalıyorum ;
" Esas mesele, hayatı anlamaya çalışmak değil, onu yaşamaktır. Tüm yaşantımız boyunca, hayatın anlamını ararız , oysa cevap çok basit, hayatı sadece yaşamak gerekiyor. Ben bunu, yolumunun sonunda öğrendim. Şartlara ve kahpe kadere başarıyla uyum sağlayarak , yaşamayı öğrenmek, hâlâ buna zaman varsa... Hayata takılıp, onu kabullenmek ve yaşamdan zevk duyabilmek. "

Hamiş: Romanı, orijinal Bulgarca dilinde okudum. Kitaptan yapmış olduğum alıntılar , naçizane tercümelerim. Çeviri yapmak ne kadar zormuş! Minicik bir tecrübe edindim ve bundan dolayı mutlu oldum…Çeviri, ne kadar güç ve saygın iş olduğunu bir kez daha farkına vardım. Çevirmen, her iki dile çok hakim, olmalı ve aynı zamanda yazmaya yatkın olmalı. Aksi halde Yazara çok büyük haksızlık olur…İyi çevirmenler, en az

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder