25 Eylül 2014 Perşembe

CENNETİN RENGİ - E. V. MİTCHELL



"Senaryoyu okudum, rolü kabul ettim.” sözlerini duyduğumda merak ediyordum, senaryo tam olarak nasıl bir şeydir diye... Uzun zamandır merak etmiyorum;sıfır duygusu olan ve bir hikayeyi özetleyen metin olsa gerek senaryo.En son okuduğum novella tam da bu tanıma uyuyor. Romanı okurken kendimi bir film yönetmeni gibi hissettim. Bu sahneyi şöyle çekerdim, bu sahneyi böyle çekerdim diye diye, devrettim kitabı. Topu topu dört gün sürdü bu hayali yönetmenlik maceram. Film yönetmeliği eğlenceli bir şey olsa gerek…Çok param olsa bir film çekmek isterdim, para kazanmak için kesinlikle değil, o heyecanı tatmak için…Senaryosu, müziği her şey bana ait olsun isterdim… Ne yazık ki sinemaya yakınlığım izleyici olmaktan ibarettir. Büyük oğlumla bazan filmler izleriz , çoğunlukta o önce filmi izlemiş oluyor, fakat benimle birlikte ikinci kez izlemekten keyif alıyor, çünkü benim tepkilerimi öğrenmek istiyor ve böylece ikinci kez bir ilk yaşıyor. Oğlumla film izlemeyi çok seviyorum, çünkü her zaman izlenmeye değer bir şey olacağını biliyorum. En son, Bisiklet Hırsızları -1948 yapımı, filmi izlemiştik birlikte ve her ikimiz de çok etkilendik. Film bizden tam not aldı.

Devrettiğim kitaplar hakkında yazmayı seviyorum, okuduğum dönemde, başımdan geçenlere kısacık yer verdiğim için, aynı zamanda sıra dışı günlüğüm oluşuyor.

Uzun zamandır evimizde yapmak istediğimiz tadilat Ağustos ayının başlarında başladı…İlk önce amacımız salonda geniş sürgülü kapı takmaktı. Hazır evde tadilat varken burayı da değiştirelim, orayı değiştirelim derken , evde değişmeyen tek şey parkeler oldu… İki aydır şantiyeye dönen evimizde yaşamak kolay olmasa da uyum sağlamaya başladık, zira tadilat artık hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı. İnsanın zevkleri nasıl da zaman içinde değiştiğinin gereceğini yaşıyorum son günlerde. Yedi yıl önce kaba inşaat halinde satın aldığımız evi, kendi zevkimize göre özene bezene döşetmiştik. Yedi yıl sonra ise her şeyi değiştirmek ihtiyacı duydum… Duvarların rengi, mobilyalar, perde sistemi, ışıklandırma vs. Evde tüm pencere doğramalarından, banyo fayanslarına kadar her şeyi değiştirdik… Hazır boya badana yapılırken salon duvarlarındaki iki nişe patlatma taş duvar döşemeye kalktım. B& M Coleksiyon, mağza satış sorumlusu Ayşe Hanım’la neredeyse arkadaş olduk…Tam dört kez taşları değiştirdim…Kadıncağız beni tekrar tekrar görünce ne düşündü kim bilir ?Mağazanın atmosferi ve ışıklandırmasına aldanıp seçim yaptıktan sonra eve geldiğimde bir türlü içime sindiremedim seçtiklerimi… Ya küçük, ya büyük geldiler gözüme, kah renklerini beğenemedim, galiba taş duvar konseptine tam ısınamadım, fakat vazgeçmek için çok geç…Ömrüm olursa belki yedi yıl sonra…Kim bilir ?

Cennetin Rengi mi ? 13 Eylül 2014 yatak odalarımızın boyandığı gün, kokudan rahatsız olmamak için ablamlara gittik , yatılı misafir… Uyumadan önce, nerede olursam olayım mutlaka birkaç satır okurum…O gün kitabımı çantama koymaya unutmuştum ve yeğenimden bana bir kitap vermesini rica ettim. Yeğenim Didem henüz 20 yaşında basmadı, üniversite öğrencisi ve kitap okumayı seviyor. Bana seve seve son okuduğu kitap masallarından birkaç tane getirdi. İçlerinden Cennetin Rengi isimli kitabı seçtim…Ne de olsa son günlerde renklerle pek haşır neşir oldum ve isim yakın geldi…Aligator, Filli Boya, Marşal renk kataloglarını incelemek epey zamanımı aldı.Ne zormuş boya seçmek ! Ama insanın yuvasını güzelleştirmesi, cennetin renklerinden bir tanesi olsa gerek…Kitaptan sadece uyumadan önce birkaç satır okuyacaktım, sonra elimde bir senaryo olduğunu var saydım ve yönetmenlik oyunuma başladım, hoşuma gitti.

Okurken hiç duygulanmadım .O kadar büyük acı anlatılıyor ki hikayenin içinde, bir annenin başına gelebilecek büyük felaketlerden birisi, fakat ben acının zerresini hissedemedim… Hatta kendi kendime dedim, bak hikayenin burasında göz yaşı olmalı…Ama satırlar beni duygulandırmaya yetmedi. Bazı kalemler çok güçlü olabiliyor adeta şimşekler çaktırabiliyorlar satırlar arasında ve kanımı dondurabildikleri gibi, göz yaşlarıma da hakim olamadığımı iyi bilirim…


E.V. Mitchell ne yazık ki ne bir kahkaha attırabildi, ne hüzünü, ne mutluluk hissettirebildi bana…Ama güzel bir film için senaryo okudum. Bir geyik sahnesi vardı, romanda sadece bahsi geçti ve ben , nasıl çekmem gerektiğini, kafamda, hayal gücümü ve yaşadığım benzer tecrübeyi kullanarak canlandırmaya çalıştım…Geçen sene Bulgaristan’da annemlerin oturduğu köyden, kasabaya giderken, hemen arabamızın önünden, neredeyse bir metre önümüzden bir ceylan geçmişti…Az daha çarpıyorduk, her şey saniyeler içinde gelişmişti, ceylan çok korkmuştu ve o kadar güzeldi ki…Hemen ormanın içine doğru koşup, biz de ağzımız yüreğimizde onun kayboluşunu izlemiştik.

Roman bir konuya daha değinmiş, yaşam ölüm arasında, ruhunun bedenden ayrılması ve uzaktan, tepeden kendi bedenini izlemesi…Hiç inandırıcı değildi okuduklarım, oysa konu tanıdıktı, daha önce bizzat yaşayan birisinden dinlemiştim ve çok etkilenmiştim. Hatta o kadar çok etkilenmiştim ki unutamamıştım…Romanda o kadar sığ anlatılmış ki, eğer konuyu daha önce duymamış olsaydım tam olarak ne anlatıldığını dahi anlayamayabilirdim.

Bir kitap okur maceram yine sona erdi…Muhtemelen birkaç ay sonra hiçbir şey hatırlamayacağım, güzel hayali yönetmelik oyunumun dışında. Aslında konu fena değildi, insanın hayatı her an tepe taklak dönebilir ve her şeye rağmen yaşamak için güçlü olmak gerekir.Romanda romantik sahneler de vardı, misal teknede denizin ortasında, ama ben hiç birini hissedemedim. Çeviri başarılıydı, baskı çok güzeldi, punto geniş, sayfaların çoğu yarısına kadar boş ve çok çok rahat okuyabildim, fakat hiç ama hiçbir şey hissedemedim.

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ - MİLAN KUNDERA




Bu satırları yazıyorsam, yine bir kitap okur maceram sona ermiştir demek. Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ile ilginç ve sıra dışı maceraya sürükledi beni… Her ne kadar kitabın kurgusunu beğenmemiş olsam dahi, okumaktan keyif aldığımı inkar edemem. Yazarın üslubunu sevdim, kah kendi adından, kah bir üçüncü şahıs adından anlatıyor hikayesini. Sanki bir roman - resim gibiydi okuduklarım, nasıl bir ressam eserinin her fırça darbesinin en mükemmelini yakalamaya çalışıyorsa, Kundera da âdeta sözlerle kusursuz bir resim çiziyormuş hissi uyandırdı bende. Bu hisse kapıldım, çünkü Yazar en ufak ayrıntıyı, düşüncelerini ve heyecanını benim bir okur olarak onunla mütevazi ( paralel) olarak paylaştığıma emin olmak istermiş gibiydi. Aynı konuyu, başka başka bölümlerde ,tekrar tekrar ele alması ve tam olarak aydınlatmaya çalışmasıydı belki bana bunları düşündürten. Her zaman savunurum ki yazar- okur arasında çok özel bir bağ oluşuyor ve farklı okurlarda, aynı metinler, değişik algılamalara neden oluyor. Bu çok doğal gayet tabii ki, okuduklarımızı, kendi düşünce prizmamızla, yaşadıklarımızla, tecrübelerimizle ve hayat görüşümüzle bir şekilde harmanlıyoruz çünkü.



 Okuduğum yazarların hayatlarını mutlaka incelerim, haklarında bilgi edinmeyi sevdiğim için. Milan Kundera 1929 yılında, Çekoslovakya'nın Brno şehrinde dünyaya gelmiş. Daha sonra, ülkesindeki rejimle ters düşmesi ve görüş farklılıkları nedeniyle, komünist partiden ihraç edilmiş. Yazar, 1970 yıllarında Fransa'ya göç etmiş , Fransız vatandaşı olmuş ve halen orada yaşamaktadır. Yazarın gerçek hayattan yansımalar var romanda, işte bunları keşfedince kendimi kandırılmış hissetmiyorum. Elbette ki romanlar birer kurgudan ibarettir ve Kundera’nı bahsettiği gibi; “Roman kişileri insanlar gibi kadından doğmazlar, yazarın henüz hiç kimse tarafından keşfedilmediğini ya da hakkında önemli bir şey söylenmediğini düşündüğü temel bir insani olasılığı bir fındık kabuğunun içine sığdıran bir durum, cümle ya da eğretilemeden doğarlar.” Yine de kandırmacaları, masal olmadıkları sürece, okumayı sevmem.
Romanın kahramanı Tomas ‘ın siyasi kimliği, Kundera’nın gerecek hayattaki kimliği ile örtüşüyor. Kundera ‘yı çok iyi anladığımı sanıyorum, ben de bir demir perde ülkesinde doğdum ve yetiştim. Bu anlamda roman bana yakın ve tanıdık geldi, ayrıca 2013 yılında Prag'da bulundum, dolayısıyla şehri, Vltava nehrini , Yazarın anlattıklarıyla gözümde canlandırabildim.

Romanın bu pasajdan çok etkilendim; “Oedipus, anasının yatağına girdiğini bilmiyordu, ama olup bitenlerin farkına varınca, kendini suçsuz saymadı. "Bilmeyerek" neden olduğu felaketleri görmeye dayanamadığı için, gözlerini kör etti ve o kör haliyle Tebai'den çıktı gitti.” Yakın bir geçmişte Soma’da yaşananları hatırlattı bana bu sözler…Hiç kimse suçu üstlenmedi, ateş düştüğü yeri yaktı ve geri kalan hepimiz çabucak yaşananları unutuverdik…

Yunan mitolojisinin en trajik kahramanlardan birisi olan Oedipus, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanında anlatılan hikayenin, dönüm noktasını oluşturuyor , bence tabii. Tomas, Oedipus’u konu alan ve kendi siyasi görüşünü ortaya koyan bir yazı yüzünden doktorluk mesleğini bırakmak zorunda kalıyor ve hayatına farklı bir yön veriyor. Oedipus beni etkileyen, karakterlerden birisi olmuştur daima. Romanda konusu geçtiği anda, büyük oğlum yakınlarımdaydı ve ben gayriihtiyari
sordum; Oedipus, kim olduğunu biliyor musun ? Olumlu cevap alacağıma neredeyse emindim. Hayır ! cevabıyla şaşkına döndüm. Şaka yaptığını sandım ilk başta, fakat oğlum gerçekten bu ismi duymamıştı ve tanımıyordu… Bu günün Türkiye’sinde, gençlerin soruya olumsuz cevap vermesi, kültürel fakirleşmenin bir örneği olabilir mi? Yoksa ben mi demode kaldım ? Elbette ki genelleme yapmak istemiyorum, benim oğlum bilmedi diye, Türkiye’de bir çok gencin soruyu bilmemesi anlamına gelmiyor tabii…Fakat ben bir anne olarak çocuklarımın iyi eğitim almaları için elimden geleni yaptığıma inanıyorum , konuyu önemsememe rağmen, oğlumdan gelen olumsuz cevap beni düşündürttü. ( Oğlum 20 yaşında ve İTÜ inşaat mühendisliği alanında eğitim almakta.) Ben lise öğrenimimde tanışmıştım Sofokles’in ünlü tragedyasıyla. Romanda, bu tragedyanın çok kısacık özetine yer veriyor Kundera ve ben oğluma o özeti sesle okudum… Böyle bir anım oldu ve burada paylaşmış oldum.

Romana dönecek olursam, Kundera’nın insan ilişkileri hakkında mükemmel tespitleri var ve anlatım biçemini çok beğendim. Bence, Fatih Özgüven’in tercümesi de oldukça başarılıydı . Ben romanı çok gerçekçi buldum ve tekrar ediyorum ki, kurgusuna rağmen, okumaktan büyük keyif aldım.

Aşk hakkında en doğru sözleri Âşık Veysel söylediğini kabul etmiştim, “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur…” Kavuşabilenler için ise en güzel sözü Kundera söylemiş bence;
"Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu)."

Romanın büyük kısmını Datça - Haitbükü plajında okudum, 2 Temmuz 2014 tarihinde devrettim.

POSTCI KAPIYI İKİ DEFA ÇALAR



Bölüm 1 Postacı Kapıyı İki Defa Çalar kitap ismini neokur. com sitesinde görünce, hayatımda beni etkileyen ve unutamadığım filmlerden birisinin ismi olduğunu anımsadım. Çok çok eskiden , yirmi beş - otuz yıl öncesinde , henüz Türkiye'de yaşamıyordum, bu filmi izlediğimde. Filmi şu an tam olarak anlatamam, fakat beni etkilediğini çok net hatırladım. "Allah'ın sopası yok" deyimi çok uzun yıllar, bu filmi hatırlatmıştı bana...Roman olduğunu bilmiyordum, hiç araştırmamıştım daha doğrusu, ismini görünce hemen edinmek istedim. Kitaplığımda onlarca kitap okumayı beklerken, sürekli yeni kitap edinme isteğime anlam veremiyorum. Karşı koyamadığım çekim gücü duyuyorum bazı kitaplara karşı. Onlara ulaşamazsam, huzursuz hissediyorum kendimi. Elimde bu küçücük romanın ilk baskısı var şu an ve o kadar eski ki, tarif edemiyorum, basım yılını bulamadım, belki nüshamda eksik sayfa var.Tam bir tarih eser, kitabımı çok sevdim...Tercümesi Semih Yazıcıoğlu'na ait.

Romanın ön sayfasında şöyle yazıyor, tebessümler içinde okudum ;
NEBİOĞLU YAYINEVİ
SİZE
JAMES M. CAİN'in
POSTACI KAPIYI İKİ DEFA ÇALAR
ROMNINI TAKDİM EDER

Hemen okumaya koyuldum tabii ve daha ilk sayfalarda Frank kahramanımızın yemek siparişi, kocaman gülümsememe neden oldu;

" Portakal hulâsası, mısır katmeri, kurutulmuş yumurta, domuz eti, şiş kebabı ve kahve."
Hülasa, öz olduğunu öğrendim...

Bakalım, romanı, filmi kadar sevebilecek miyim?!

Semih Oktay'a paylaşımı için teşekkür ediyorum

5 Nisan 2014
Bursa

Bolüm 2

Postacı Kapıyı İki Defa Çalar, Pazar, 13 Nisan 2014 tarihinde devrettim. Aynı isimli filmden çok etkilenmiştim yıllar yıllar önce ve unutamadığım filmlerin arasında yerini almıştı.
Tabii çok zaman geçmiş aradan ve film kareleri net değildi, okudukça hayal meyal hatırladım bazı sahneleri.
Kitabı sevmedim, film senaryosuydu sanki okuduklarım. Pek çok kez romanlardan uyarlanan filmleri, romanlara göre daha yavan bulmuşumdur. Ancak bu kez durum farklıydı, okuduklarım bana heyecan yaşatmadı, hissettiklerim tercümeden de kaynaklanmış olabilir. "Kırmızı derili" yazıyordu kitapta , baştan ne olduğunu anlayamadım, sonra Kızılderili ,demek istediğini çözdüm. "Sıcak Köpek" , sandviçi için ne söyleyeceğimi bilemiyorum...

Tabii ki kitabın ilk basımını okudum, 1949 yılı...O zamanki teknoloji malum, alfabemiz henüz yeni...Yanlışları hoş görmek gerekir belki. Aşırı derecede çok baskı hatalar vardı romanda, "sonra " yerine, "osnra" gibi pek çok örnek verebilirim. Kalemimle düzeltim hepsini…

Filmi seyrettiğimde çok gençtim ve etkilenmiştim; konu, hakkıyla oynanmış roller, manzaralar beni etki altında bırakmışlar ki filmin ismini unutamamışım, sinemada değil, evde, siyah beyaz televizyonda izlediğimi hatırlıyorum. Eh o zamanlar, rejim itibarıyla Bulgaristan'da her şey sansür altında olduğu için, pek sık seyredemiyorduk güzel yabancı filmler. Bir de bu açıdan düşününce, belki bu gün için filmi tekrar izlesem o kadar etkilenmeyeceğim, bilmiyorum...Benzer konuyu, Emil Zola, müthiş anlatmıştı Therese Raqun romanında. James Cain'i oldukça vasat buldum.



Kahramanların ruh hallerini, ben hiç ama hiç hissedemedim. Çeviriden de kaynaklanmış olabilir, tekrar ediyorum. Konu fena değildi, fakat çok yüzeysel işlenmiş gibi geldi bana...Bence okuduklarıma roman demek, biraz abartı olur. Gülüyorum...Ben kendimi ne sanıyorum ki..! Sadece hissettiklerimi yazmaya çalışıyorum.

14 Nisan 2014
Bursa
 

SON OYUN - AHMET ALTAN



SON OYUN – 1

Bir günlüğüm olmasını istemişimdir hep, fakat yazdıklarımın, istemediğim halde, bir başkasına ulaşmasından korktuğum için, girişimim sadece bu işe uygun defterler satın almaktan ibaret olmuştu. Günlük tutmak içimde bir ukdeydi…. Geçmiş zaman kullanmam, ne güzel değil mi! Günümüzün yeni teknolojik imkanları, bir günlüğümün olmasını sağladı. Tam olarak, hayal ettiğim günlük gibi olmasa da, en azından bir kitap günlüğüm var bu gün için.Okuduğum kitaplar hakkında yazarken, kısacık yaşadıklarıma da yer verdiğim için, notlar, benim için günlük niteliğinde. Notları kendim için yazıyorum, yazmaktan keyif aldığım için.

9 Haziran 2013 Pazar günü öğlenden sonra evimin bahçesinde oturmuş kitap okuyordum. Komşum Aygün seslendi ; Kitabını alıp bana gelsene!
Karşı komşu arkadaşım, okumayı seviyor, bu ortak özel merakımız, aramızda sağlam bağ oluşmasına neden oldu.

Pazardan almış olduğumuz kirazlar vardı evde. Buzdolabında soğutulmuş kirazlardan büyükçe bir kase aldım ve kitabımla birlikte karşı bahçeye geçtim. Leylandi ağaçların gölgesinde koltuklarımıza yayıldık…Keyfimize diyecek yoktu, kirazlar da harikaydı, şimdi gözümün önünde canlandılar, üzerinde minicik su damlacıkları, kocaman, koyu kırmızı ve soğuk… Kendimizi okumaya vermeden önce kitaplarımızdan söz ettik; Aygün, Ahmet Altan - Son Oyun okuyordu , ben ise Judith McNaught – Cennet. Çoğu zaman, arkadaşımla birbirimizin okuduğu kitapları okuyoruz , çünkü kitaplar hakkında sohbet etmeyi seviyoruz. Özellikle Aygün, benim okuduğum hemen hemen tüm kitapları okumuştur…Şu an, Sonsuz Kahkaha novellasını okumak için ona ödünç verdim, Cennet’i ise devredeli çok oldu.
9 Haziran, güneşli, sıcak harika hafta sonu günüydü, Uludağ’dan hafif rüzgar esiyordu, elimizde kitaplar, arkadaşımla keyfimiz yerindeydi.
Aygün, bira ve çerez getirmek için , evine girdiğinde, çok beğendiğini söylediği , Son Oyun romanını hemencecik elime aldım ve ilk satırlarını okumaya koyuldum; “Kasaba uyuyordu. Büyük şehirlerde daima uyanık birileri vardır ama kasabalarda herkes aynı zamanda uyur, bunu buraya geldikten sonra öğrendim”. Romanların ilk satırlarını nedense önemsiyorum ve bu satırları sevmiştim…Anlatılanlar bir kasabada geçiyor olmalıydı, ben küçük bir kasabada, ya da köyde yaşamayı hayal edenlerdenim, gökdelenlerden uzak, doğa ile iç içe…Çocukluğum öyle yerlerde geçtiği için belki…

Ahmet Altan’dan iki roman okumuştum ve hissettiklerimi söylemem gerekirse; beğenmemiştim, yine de üslubunda beni etkileyen bir şey vardı…O şeyi bulmak için, önerilen kitaplarını okumaya gayret ediyorum. Yazarları, gerçek hayatlarından, ayrı tutamıyorum, sadece roman yazarı olarak değerlendiremiyorum ve bazan oluşan ön yargılarıma yenik düşüyorum.




İlkler unutulmaz, denir. Belki de beni etkileyen şey, Ahmet Altan’ın , kitap okur maceralarımda, Türkçe olarak okuduğum ilk Yazar olmasıydı. Ahmet Altan okuduğum ilk Türk yazarı değildir katiyen , fakat tercüme olmadan, orijinal Türkçe dilde, okuduğum ilktir. Çok kolay devretmiştim Aldatmak romanını ve okuma alışkanlığımın geri kazanmamda, olumlu rolünü yadsıyamam.

Bana, bir harf öğretenleri hiç unut(a )madım. İlkokul öğretmenimi ve öğütleri hâlâ çınlar kulaklarımda…Ruhumda, kızgın demirle, silemeyeceğim yüzlerce damga vardır, tıpkı Ahmet Altan’ın dile getirdiği gibi;
“ Ona bilmediklerini öğretmiş, hayal ettiklerini ona vermiş ve onu kızgın bir demirle, hayatı boyunca silemeyeceği, ne yaparsa yapsın her zaman kendisiyle birlikte gezdireceği bir biçimde damgalamıştım.”

Bir romanla tanışma anımı anlattım. Romanın son on sayfasına geldim ve hakkında düşüncelerimi ayrı bir yazıda yazarım umuyorum.

15 Mart 2014
Bursa
***********************************************************************************************************************************

SON OYUN – 2

Bazı kitaplar vardır mutlaka kitaplığımda bulunmalarını isterim. Okumak için ödünç alıp devrettiğim ve çok sevdiğim kitapları muhakkak bulup edinirim. Bir daha okumasam dahi istediğim an dokunabilmeliyim…Ben kitaplarıma dokunmayı severim, elime alırım, bir not yazıp yazmadığıma bakarım…Aslında kitap ödünç almayı pek tercih etmem, çünkü kitaplarımı işaretlemeyi severim, oysa ödünç kitapları sakınarak okurum.

Romanı 16 Mart 2014 tarihinde devrettim, muhtemelen Temmuz 2013 ‘de okumak için arkadaşımdan ödünç almıştım ve neredeyse sekiz dokuz ay geçmiş aradan. Son Oyun şu an kitaplığımda yok. Romanı sevdim mi? Cevabım ;Evet. Ahmet Altan’dan okuduğum üçüncü roman ve okuduklarımın arasından , bana göre tabii ki ,en çok beğendiğim oldu. Yine de romanı edinmeye düşünmüyorum, fakat onun yerine, Yazarımızın başka bir kitabını edinmek fikri düştü aklıma. Henüz karar vermedim, En Uzun Gece, belki olabilir.

Evde iki kitaplığımız var, fakat özellikle büyük oğlumun gözü hep başucumda bulunan kitaplarda. Son Oyun romanını okumaya başladığımda, beden kitabı rica etmişti, Ahmet Altan’ı bir Yazar olarak tanımak istediğini söyledi. Ben de oğluma kitabı okuması için seve seve verdim, o dönemde zaten iş güvenlik sınavına hazırlanıyorum. Hem çevremdekilerle aynı kitapları okumayı severim, hem oğlumun kitap zevkine güvendiğim için, en azından beni okumamam konusunda uyarabilirdi. Oğlum kitabı, çok çabuk devretti…Hızlı okuma teknikleri konusunda kendimi geliştirmeliyim…Ben çok yavaş, sindire sindire okurum. Velhasılıkelam, oğlum kitabı orta derece beğendi, benim de kitabı sevebileceğimi söyledi…Yanılmadı.

Son Oyun, günümüzü anlatıyor…Tanıdık bir coğrafyada, tanıdık insanları okumayı seviyorum. Hikaye küçük bir kasabada geçiyor, fakat günümüz Türkiye’de yaşanan politik oyunlarını, alegorik bir şekilde mercek altına alıyor. “İktidar paylaşılmaz…Paylaşılırsa iktidar olmaz.”

Roman, sıradan insanların hayatlarına da değiniyor, yeni teknolojik gelişmelerin getirdikleri yenilikler, sanal dünya, öykünün örgüsünde güzel anlatılmış;
Milyonlarca , milyarlarca insan girip, başka biri olarak kaybolduğu bu gizli alemde yaşananlardan açıkça bahsetmek yasaktı, bir yeraltı örgütü gibiydi, herkes birbirinin bu örgütün üyesi olduğundan kuşkulanıyor, kimse bu örgütün varlığından söz etmiyor

Ahmet Altan’ın üslubunda beni cezbeden bir şeyler var…Kolay ve rahat okuyabiliyorum, cümleler beni sıkmıyor. Kadınları kadın, erkekleri de erkek gibi anlattığından olabilir mi ? Hem ben erkek yazarların, kadınların betimlemesini okumayı seviyorum…Onların gözüyle nasılız. Bu konuda Ahmet Altan oldukça başarılı, iyi bir gözlemci bence. Romanda yaratmış olduğu kadın karakterlerini ilgiyle okudum, Zuhal, Kamile, Sümbül , Hamiyet ve eczacının karısı( ismini vermiş miydi , anımsayamadım ).

Romanda öyle aman aman cinsellik yoktu, her şey dozundaydı ve ben keyif alarak okuduğumu inkar edemiyorum.
Son Oyun’dan alıntıladığım bu cümle; “Aşkın böyle bir şey olduğunu düşündüm, uyuyan bir kadını böyle arzuyla ve şefkatle seyretmek.” S.249, geçen gün okuduğum Milan Kundera’nın aşkla ilgili anlamlı sözlerini hatırlattı bana ( merak edenler araştırıp bulsunlar).

Yazarımız bence aşkı ve sevgiyi karıştırmadan, her ne kadar sınırları çizmek çok zor olsa da, ayırım yapmayı başarabilmiş;
Tohumunun kendimizin bulduğu , sadece bize ait bir ağacı büyütür gibiydik, bize ait, adının ne olduğunu bilmediğimiz ama bizi sevindiren bir şeyi ağır ağır büyütüyorduk. ( … )

Sevginin içinden her türlü beklentiyi çıkardığında ortaya çıkan şey ne kadar saf ve muhteşem…”

Bu, insanın neredeyse kendini her haliyle göstermekten kaçınmayacağı başka türlü bir yakınlığın işaretiydi, sadece aşk değildi arlarındaki, daha fazla bir şeydi. Kolay bitmeyecek bir şey.”

Ve son olarak, kahramanımızın Tanrı ile konuşmalarında, Yazarımız hayatın anlamını sorguluyor ve bence her şey bir oyundan ibaret olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Tanrının ise insanlara oynadığı en en muhteşem bilinçaltı oyunu bu satırlarda;
“Ölümün başkalarına ait bir gerçek olmasını sanması ve bunu sanırken aslında yanıldığının da bilmesi .”

11 Nisan 2014
Bursa