31 Mayıs 2024 Cuma

AŞKIN BEDELİ

Bu gün, eskiden yolumum kesiştiği Yazar Lesley Lokko ve birkaç ay önce devrettiğim kitabı hakkında düşüncelerimi yazmak üzere klavyenin başındayım. Okuduğum yazarlar hakkında az da olsa biyografik bilgiler edinmeyi seviyorum ve merak edenler için paylaşıyorum. Lesley Lokko Ganalı bir baba ve İskoç bir annenin kızı olarak, 1964 yılında İskoçya’da doğmuş. Yazar yaşamının ilk yıllarını Gana’da geçirmiş. Oxford Üniversitesi’nde Arapça ve İbranice derslerinin yanı sıra Amerika’da sosyoloji ve mimari eğitimi almış. Lesley Lokko mimari eğitimini kullanarak, Gana’daki evini tasarlamış. Bu bilgileri eskiden wikipedia’dan almıştım ve kısacık bilgilerde söz edilen evi merak etmiştim… O gün bugün benim gördüğüm en güzel evlerden birisiydi gördüklerim. Tek kat, merdivensiz ve içi duvarsız…Olağanca sade ve şık…Evin duvarlarını tekerlekli kütüphaneler oluşturuyor, evin içini her an istediğiniz gibi yeniden tasarlayabilirsiniz ( biraz bekar evi gibi geldi ).Çok aydınlık, tıpkı benim sevdiğim gibi ve kocaman bahçeli. http://lesleylokko.com/about/ Lesley Lokko ile aynı yıl doğmuş olmamız kendimi ona yakın hissetmeme neden olmuştu, hatta çok emin olmamakla birlikte , hakkında okuduklarımdan yola çıkarak ( her konuda değişken), benimle aynı burçtan bile olabileceğini düşündürttü bana. Üstelik, evinde kedi deği, köpekleri var ve köpeklerin adları Fidel ve Castro olduklarını öğrendiğimde, Yazara olan sempatim bir o kadar arttı.

Web sayfasından küçücük bir alıntıyla, kendisini şöyle anlatmış Lesley;” Bir yazar olmanın en iyi tarafı, her yerde ‘bunu' yapabilmek, bu yüzden ben Johannesburg, Londra, Accra ve Edinburgh'da hemen hemen aynı anda yaşıyorum ve havalimanlarında çok fazla zaman harcıyor olsam da, oralarda romanlarımın ana fikirlerin tohumları atılıyor. Tek bir yerde yaşama fikrini kabullenemedim ve birbirinden çılgınca farklı iki ya da üç yerde yaşamak bana, her şeye rağmen, insanların neredeyse tüm dünyada aynı olduğunu öğretti. Aşk ve dostluk, sırlar ve yalanlar, tutku ve kıskançlık, kurtuluş ve intikam ... Hepimiz aynıyız ve çok insanca duygular taşırız.” Benim de hayatımın yarısı her şeyiyle çok farklı bir ülkede geçmişti; rejim, din, eğitim vb., Türkiye’ye geldiğimde insanların hakikaten aynı olduğunu yaşayarak öğrendim.

Bu uzun girizgahtan sonra sıra geldi kitabımıza, 2011 yılında yayımlanmış, orijinal adı A Private Affair , ülkemizde Aşkın Bedeli olarak çevrilmiş.

Lesley Lokko’dan okuduğum ikinci kitap ve yine sağlam kurgu ve iyi bir hikaye ile karşılaştım. Tek cümleyle özetlemem gerekiyorsa, ilgi çekici, hızlı tempolu, sürükleyici ve pek çok , belki hiçbir zaman göremeyeceğim, yerleri hayalimde canlandırmama yardımcı olan bir roman oldu. Bir insan ömründe ne kadar farklı şehir ve ülke görebilir? Evet , bu sorunun cevabını da merak ettim romanın sayfaları içinde. Pek çok yere götürdü beni Lesley Lokko;Siera Leone, Brisbane, Fas, Kıbrıs, Almanya, İngiltere, Bosna, Güney Afrika…. O yerlerin durumunu, yaşam şartlarını,çevreyi çok iyi anlatabiliyor …

Dört kadın ve dört farklı hikaye, dört ayrı roman gibi, ben genelde birkaç kitap aynı anda okurum, fakat bu sefer buna gerek kalmadı…

Sam, çirkin ördek yavrusundan bir kuğu haline dönüşmesi, parlak kariyere sahip, güzel ve zengin olmasına rağmen , neden hala yalnız ? Tatile yakışıklı yabancıyla karşılaştığında, işler nihayet yerine oturabilecek mi ?

Meaghan, ailesinden kaçarak, kendine yeni bir hayat kurabilecek mi ? Karşısında genç bir subay çıktığında nasıl bir karar verecek ?

Dani güzel, uyumsuz, farklı, umutsuzca yanlış yerlerde baba arıyor ve bunun bedelini ağır ödüyor. Sevgi ile ilgili her şeyi ona öğretecek bir adam bulabilecek mi ?

Abby, model eş, her şeyi sadece kocası ve ailesi için istiyor , kendisi bir asker kızı ve tıpkı annesi ve büyükannesi gibi, her şeyden önce kocasının kariyerini korumaya alışmış…Hayatında bir şeyler değiştirebilecek mi ?

Bu dört farklı kadın ve ortak tanıdıkları bir adam, bence çok iyi planlanmış hikaye, renkli karakterler, değişik mekanlar ve şaşırtıcı sonla benim için güzel kitap okur macerasıydı.

Masallarını bitmesi beni her zaman üzer, ancak bir sonraki masala başlamak da ayrı heyecan…

05.08.2017 Bursa

30 Mayıs 2024 Perşembe

GÜNAH KUYUMCULARI

Okuduğum tüm kitapların yazarları hakkında mutlaka bilgi edinirim, okuldan kalmış olan bu alışkanlığım, yıllarla birlikte, okur maceramda, olmazsa olmazlarımdan birine dönüşüvermiş.

Okumuş olduğu kitabın yazarının ismini bilmeyen birisiyle, sohbet etmekten katiyen haz almam…

Bu gün kitap günlüğümde Jim Topmhson ve Günah Kuyumcuları kitabından söz etmek istiyorum. Yazarın ismini hiç duymadım, ülkemizde de pek fazla tanınmıyor sanırım, dolayısıyla Yazarın biyografik bilgilerine ulaşmak kolay olmadı, benim için. İngilizce dilim çok iyi olmadığı için, yabancı sitelerde araştırma yaparken, Yazarı, isim benzerliğinden dolayı , başka biriyle karıştırdım. İlginç bir hayat hikayesiyle karşılaştım; Jim Topmhson 21 Mart 1906 yılında , Greenville,Delaware, ABD , zengin bir tekstilcinin beş çocuğundan en küçük oğlu olarak dünyaya gelmiş ve 1967 yılında, Bangkok’da günümüzde hâlâ sırrı çözülememiş esrarengiz şekilde kaybolmuş… Doğum yılı ve isim tutunca ben kendimi bu hayat hikayesine kaptırdım, enteresan da geldi doğrusu, epeyce bilgi edindim ; casuslar, ipekler ve tasarımlar hakkında. Bir taraftan ısrarla Yazarın yazdığı kitapların kronolojisine ulaşmaya çalışıyordum, fakat nafile…Bir tuhaflık olduğunu hissettim ve araştırmalarıma devam ettim, nihayet “doğru “ Jim Topmhson’ın biyografik bilgilerine ulaştım. Böyle bir karışıklık yaşadım ve hatıralarımla işlemiş oldum.

Yazar Jim Topmhson’ın 27 Eylül 1906 Anadarko Oklahoma Eyaletinde dünyaya gelmiş ve 7 Nisan 1977 Hollywood , Kaliforniya’da hayata veda etmiş. Bu hayat hikayesi de oldukça ilginçti ve yanlış anlamadıysam, Robert Polito tarafından biyografik bir roman olarak kaleme alınmış. Bir şerifin oğlu olarak doğmuş Jim Topmhson, ancak babası görevden atılınca, zor günler başlamış, aile Teksas’a taşınmış. Kısmen babasının sorunların bir sonucu olarak , daha çocuk yaşta Jim otellerde oda görevlisi olarak çalışmış ve gece hayatını, alkolü ve uyuşturucuyu çok genç tanımış. Petrol rafinerisinde, uçak fabrikasında çalışmış, seyyar satıcılık yapmış ve düşük ücretli işler arasında gazetecilik ve edebiyatla ilgili çalışmalar yaparak geçimini sağlamış. Yazdıkları, 1940 yıllarında Amerikan ve Fransız film yönetmenler tarafından keşfedilmiş , Stanley Kubrick ile birlikte iki senaryo yazmış ve romanlarından bazıları filmlere uyarlanmış. Anladığım kadarıyla Yazarın en ünlü romanı, İçimdeki Katil, aynı ad altında romandan uyarlanan film de çekilmiş.

Yazara bu kadar yer vermem, ilgimi fazlasıyla çekmiş olduğunun bir göstergesi…

Kitabın orijinal adı POP. 1280 ve yirminci yüzyılın başlarında Amerika’da küçük güney bir kasabada yaşananları konu alıyor. Kitabın ilk basımı 1964 yılında gerçekleşiyor, benim doğdum yıl, dolayısıyla bana bu durum oldukça nostaljik geldi.

Kahramanımız Nick Corey, kasabanın şerifidir ve romanın başlarında onu tembel, sünepe, yaramaz, pasif, hiçbir şeye yaramayan soytarı biri olarak tanıyoruz. Hafif hayal kırıklığına uğramıştım giriş sayfalarını okurken ve ilk mayın patladı…

Hemen hemen okuduğum her romanımın sayfaları içinde not ettiğim bir şarkı vardır, bu romanın şarkısı da; Mayın Tarlası… Kendimi bir mayın tarlasında gibi hissettim çünkü okudukça. Çok ilginç bir kitaptı ve ben kesinlikle daha önce böyle ayırt edici konu ve anlatı okumadım; komik, ironi dolu, zekice, alaycı ve düşündürücü, insanın doğasındaki, şiddet eğilimi, cinneti ve karanlık yanlarını çok iyi yansıtmış bana göre Jim Thompson. Nick Corey, oldukça parlak bir kahraman ve romanın sonuna yaklaştıkça başlangıçta beklenenlerden ne kadar farklı bir karaktere dönüştüğünü ve benim sempatimi kazandığını hayretler içinde izledim. Mayınlar ardı ardına patlıyordu…

Kitapta pek çok konu işlenmiş; cinayet, evlilik, hile, kadınlar arasındaki sahte arkadaşlık, zina, spekülasyon, aşk, siyaset oyunları, ırkçılık, ensest…

Romanın türünü tam belirleyemedim, suç - gerilim olabilir , fakat kesinlikle bir başyapıt bana göre , çünkü Yazar en evrensel konulardan birini ele almış ve bunu çarpıcı ve canlı şekilde anlatabilmiş; dünyanın her yerinde ve her an yaşananların bir yansımasıydı okuduklarım, hatta bu gün ülkemizde yaşıyoruz hep birlikte, insan önemsiz dahi olsa ne pahasına olursa olsun mevkisini korumak için mücadele ediyor, güç ve para uğruna ise yapamayacağı yoktur.

Jim Thompson beni hakikaten çok şaşırttı, hiç böyle bir şey okumayı beklemiyordum, çok eğlendim ve bu durumun Atilla Tokatlı’nın mükemmel çevirisinin etkisi yadsınamaz.

Romanın kahramanlar çok canlı ve gerçekti, yazımın sonunda unutmamak için bazılarından biraz söz etmek istiyorum. Kasabanın şerifi , baş kahramanımız Nick Corey kendi adından anlatıyor hikayeyi ve kendini şöyle tanımlıyor; " Daha doğrusu, mecbur kalmadıkça, kötü düşünmemek isterim insanlar hakkında." Şerif, bölgesinde güven ve saygı köprüsünü oluşturması gerekiyor ve bu şerifin yöntemleri çok farklı…" Herkes birbirine benzese, dünya çekilmez bir hal alırdı." Düşüncesine sahip ve en sık kullandığı söz;" Haksızsın demiyorum, dikkat et, haklısın da diyemiyorum."

Şerifin sevdiği bir kadın var Amy, onu şöyle anlatıyor ; "insanın yüreğini cendere gibi sıkan, sizde damgasını bırakan;anısını, kokusunu, tüm varlığını, nereye giderseniz gidin, üzerinde taşıdığınız bir yan var Amy'de."

Myra, şerifin karısıdır. " Öyle bir durum çıkmıştı ki ortaya, ne hakikat üstesinden gelebilirdi, ne de yalan" işte böyle karmaşık bir durum sonucunda Myra ile evlenmek zorunda kalan şerif, karısından ve embesil kardeşi Lennie ‘den nefret ediyor.

Rose ise şerifin metresidir ; " Müthiş bir dişi yanı var kabul, ama başka hiç bir şeyi yok; çaba olarak da uçarı ve delifişek, hatta biraz beyinsiz."

Bir “umumî helâ” sahnesi vardı romanda ki gülmekten koptum okurken.;Bu sahneyi özellikle yorumuma dahil ettim çünkü günümüzde çoktan , “ helâ” sözünü kullanımdan çıkarmış bulunduğumuzu hatırladım…

Son olarak, Günah Kuyumcuları , okuduğum iyi kara mizah romanlarından birisidir ve toplumsal eleştiri için güzel bir örnektir.

14 Ağustos 2016 Bursa

29 Mayıs 2024 Çarşamba

Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız

Sayfamda nerede kalmıştım diye baktım ve tam iki ay hiçbir şey yazmadığımın farkına vardım. Sayfamın kaynağı, devrettiğim kitaplar olunca, doğal olarak bu zaman içinde kitap okumadığımın sonucu çıkarılabilir. Tam olarak öyle olmasa da, son zamanlarda aklım öyle kalabalıklaştı ki, okumakta zorlandım. Kurguların takibi güçleşti, çünkü gündemle birlikte, kendimi, âdeta anormal bir kurgu içindeymişim gibi hissettim. Son iki ay, en ufak boşluk bulduğumda, ördüm, rengârenk iplerden, atkılar, tığ işi bereler, ponponlu şapkalar, boyunluklar, fularlar… Allahtan kıştı ve çevremdeki herkese, komşularım dahil, istedikleri renk ve modellerden, ihtiyacı olan ürünlerden ördüm.

Yine de kitaplardan uzak kalmadım, bir kaç satır da olsa, okumadan, gün geçirdiğimi uzun zamandır hatırlamıyorum. Bunun yanı sıra neokur sitesinde kitaplar hakkında okuyucu görüşlerinden okudum ve yeni yeni romanlar edindim. Havaların ısınmasıyla, ağaçların çiçek açmasıyla birlikte örgü sezonunu kapattım ve kitap okur macerama kaldığım yerden devam ettim.

En son devrettiğim roman, Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız - Lawrence Block.

Yazarın ismini ve kitaplarını hiç duymamıştım, fakat bu durum kitaplarının edinmeme ve okumama engel değildir. Kitap satın almaktan çok ama çok büyük keyif alıyorum, koleksiyoncu yanımı da saklamıyorum, kitap edinmek, önüne geçemediğim ve geçmediğim tutkum. Yazar ismi, önerilen bir kitap, tercüman ismi, ödüllü kitap, çok satan kitap, az satan kitap, kapak resmi, kapak rengi, o anki ruh halim, kitap satın almam için nedenlerden bazıları…En son devrettiği romanı, ismine göre satın almıştım, hoşuma gitti, sevdim ve ossaat satın aldım…Kendime böyle sürprizler yapmaya bayılırım.

Ben buldum ve iyi ki de bulmuşum, çok keyif alarak okudum. Gizemli, eğlenceli, esprili, sıra dışı, tam olması gibi gereken bir polisiye. Karmaşık, fakat yorucu değil, ortadaki gizem tüm hikaye boyunca devam ediyor ve kim kime ne yaptı, sonuna kadar açık değil.

Kitabın isminden belli olduğu gibi, hikayede bir hırsız var… İlginç, oldukça dürüst, zeki, kitap okumayı seven, işin ehli, yetenekli birisi kahramanımız Bernie , kendisini şöyle tanıtıyor ; “ Aslında ben normal koşullar altında epey dürüst bir insanım. Paraların üstünü bırakan müşterilerimin arkasından seslenirim. Alış veriş ederken hiç mal yürütmem ve vergilerimi öderim. Bir garson yediğim tatlıyı hesaba katmayı unutmuşsa genellikle kendisini uyarırım.”

Hırsızlık yapma nedenini ise şöyle açıklıyor; “Heyecan. Birinin evine girmek bende başka hiçbir şeye benzemeyen bir heyecan yaratır. Kilidi okşayıp açılması için ikna edersin, kolu çevirip yarı aralık bir kapıdan içeri süzülürsün, sonunda içerdesin ve bu sanki başka bir insanın yaşamını denemek gibi bir şeydir.” Amaç, çalmaktan öte, kalp atışlarını hızlandırabilmek...Heyecan, insanın hayatında olmazsa olmazlardandır ve bana göre en büyük heyecanlardan birisi aşktır, sonrasında ise pek çok şey kalp çarpıntısını artırır , aklıma ilk gelenler; sahne, başarı, yeni bir buluş, spor müsabakasında gelen galibiyet, uçmak, hız…Kahramanımız, kendine değişik heyecan bulmuş, okurken beni de heyecanlandırdı doğrusu, yani kitap okumak da heyecanlardan birisi.

Kahramanımız, Bernie’nin çok sevdiği bir işi var, sahaf dükkanı işletiyor ve bu işten geçimini sağlıyor; ”Kitabı yıllar önce bir kere okumuştum, ancak kitapların bir kereden fazla okunacağına inanmıyorsanız elde düşme kitap satmak asla size göre bir iş değildir.” İnsanı mutlu eden bir işi olması ne kadar güzel…

Hikaye, Bernie’nin sahaf dükkanının yeni sahibiyle tanışmasıyla başlıyor ve kiranın çok fazla arttırılmasıyla birlikte, dükkanı kaybetmek üzere olduğu anlaşılıyor…

Bernie sahaf dükkanını kurtarabilecek mi? Değerli beyzbol kartlarını kim aldı? Katil kim? Hırsız kim ?

Kitap minicik, fakat özünde dört büyük roman için yeterince malzeme varmış hissi uyandırdı bende.

Kadın ve kediler hakkında Carolyn'ın sıra dışı teorisi, Magda Szabo’nun Kapı romanını hatırlattı, müvekkilini satmayan avukatın önemi ve bedeli nedir, dürüstlük nerede bitiyor, sahtekarlık nerede başlıyor, bir kitapçı dükkanında neden kedi bu kadar çok yakışıyor.

Roman, farkına varmadığım, daha doğrusu kanıksamış olduğum ne kadar çok hırsız olduğunu düşündürttü bana; birilerinin çıkarı için çalınan gencecik hayatlar, beceriksiz yöneticiler yüzünden, doğanın cömert davrandığı bir coğrafyada çalınan yüksek yaşam koşulları, sağlık sektöründe elde edilen haksız kazançlar, ilaç sektöründe dönen dolaplar, gıda sektöründe üretilen sağlıksız yiyecekler, çiftçinin zehirli meyve sebze üretimleri, korsan yayınlar, rüşvet alan paragöz polisler, rant elde etmek için oynan akıl almaz oyunlar, çalınan emekler, gencecik kız çocuklarından çalınan hayaller… Yeterrrr…Ve bütün bunlara gözlerini yuman bizler…

İçim karardı, örgülerime mi dönsem ne ?!

Lawrence Block’un romanından alıntıladığım bir söz ile uzun incelememi noktalıyorum; “Cahillik mutluluk olabilir, ama bilgi de kudrettir. İyi bir avukat kudreti mutluluğa tercih eder.”

22 Mart 2016 Bursa

28 Mayıs 2024 Salı

Sinek Isırıklarının Müellifi

Kitaplığımda okunacak bunca kitabım varken, yenilerini satın almaya devam ediyorum. Nedenini tam olarak bilmiyorum…Kitap satın almayı seviyorum ve bu şekilde kendimi mutlu ediyorum. Yeni yazarlar ve kitaplar tanımak bana heyecan veriyor, henüz okuyamamış ve merakımı uyandırmış olanları yakınımda olmalarını bilmek hoşuma gidiyor. Kendimi, istediğim an, evimde, bir sahaftaymışım gibi hissedip, okumak için kitaplar seçmekten haz alıyorum. Ben okuyamasam da, çocuklarım, arkadaşlarım okur ...İlk aklıma gelenler bunlar, fakat asıl nedenini bilmiyorum, nedensiz kitap satın almaya seviyorum.

Bu girizgah da ner’den çıktı! 31 Ocak 2015 tarihinde İstanbul’a yolculuk vardı ve en son okumaya çalıştığım roman Doktor Jivago, yol kitabım olmasını istemedim. Aslında bir parçamın İstanbul’da yaşadığı için, kendimi birazcık İstanbullu hissediyor oldum son yıllarda, bu sebeple Bursa – İstanbul arası benim için pek yolculuk sayılmaz, yine de feribotta, elimde iyi bir kitap varsa, mesafe iyice kısalmış oluyor. Tebessüm ettim…Yol kitaplarımı önemsiyorum, hem boyut olarak uygun, hem de yolu kısaltanlar olmasını istiyorum…Elbette ki bazan iyi tercih yapamadığım oluyor, ama işte bu seçim bile bana heyecan veriyor, doğru kitabı seçmiş olmam bana ekstra mutluluk yaşatıyor.

En son okuduğum kitap hakkında yazmaya çalışıyorum, girizgah uzadıkça uzuyor... Yola çıkmadan önce , kitaplığımda uygun kitap arıyordum ve kararımı Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabından yana kullandım.

Yazarın ismini neokur.com sitesinde görmüş ve bir kitabını satın almıştım, ilk kez okuyacaktım. Okumaya karar vermeden önce mutlaka yazarlar hakkında bilgi toplamaya çalışırım…Barış Bıçakçı hakkında çok az bilgiye ulaştım, Adana doğumlu ve hemen hemen yaşıt olduğumuzu öğrendim sadece. Kendisiyle yapılan hiçbir röportaj bulamadım…Daha doğrusu Barış Bıçakçı hakkında hemen hemen hiçbir bilgi yok, hatta nette bulduğum fotoğraftan dahi Yazara ait olup olmadığından tam emin olamadım. Bu durum ilgimi daha da çok arttırdı ve henüz okumaya başlamadan, Yazara gizlice gıpta ettim , saygı duydum ve nedense bana özel gibi hissettim.

31 Ocak 2015 tarihinde fırtına nedeniyle tüm feribot seferleri iptal edildi ve hava muhalefetine rağmen, maaile karadan kendi aracımızla İstanbul yolunu tuttuk. Uzun zaman İzmit körfezinden geçmemiştim, zaten o yolu hiç sevmem, trafik çok yoğundu ve adım adım ilerlerken, yolculuk çekilmez hal alacaktı, eğer elimdeki kitap doğru olmasaydı.

Barış Bıçakçı'nın üslubunu sevdim. Anlatılan konu da beni sardı...Çilek reçeli tadında bir kitap diyebilirim. Cemil, kahramanımız, nasıl da güzel çilek reçeli yapıyordu...Mutfak işinden anlayan erkeklere saygı duymuşumdur daima. Roman, Cemil’in yazar olma hallerini anlatılıyor...Yazdığı ilk romanı, bir yayınevinin editörlerine, değerlendirmek için bırakmış, gelecek cevabı beklemektedir. Bu sancılı zaman kesiti içinde, kahramanımız, günlük rutinlerinin yanı sıra, hayatını gözden geçiriyor; çocukluğunu, öğrencilik yıllarını, evliliğini, arkadaşlıklarını. Ben Cemil'in anlattıklarından , çok iyi bir kitap yazmış olabileceğine düşündüm.

Kitabın adı ile birlikte, müellif sözcüğünün, ne anlama geldiğini öğrendim. Müellifin ne olduğunu bilmeyen ben, kitap hakkında yazmaya cüretinde bulunuyorum ya, paradoksun ta kendisi...Ama ben öncelikle kendim için yazıyorum, çok sevdiğim Türkçemi geliştirebilmek ve tabii ki yazmayı sevdiğim için… Kitap beni 1994 - 1998 yılları arasına götürdü. Dört yıl süresince Bursa'da toplu konutlarda yaşadım. Yeni anne olmuştum, küçücük kırk sekiz metre kare bir dairemiz vardı ve romanda sözü geçen banyo gider sorununu bizzat yaşadım. Önce alt komşumuz bize geldi, sonra biz üst komşuya...Güzel yazmış Barış Bıçakçı, bence iyi gözlemci ve gözlemlediklerini, çok başarılı aktarmış, kısa cümlelerle çok şey anlatabilmiş.

Küçücük bir roman, fakat Yazar pek çok konuya değinmiş; Müellif olabilmenin uygulamalı örnekleri…Ebeveynlerin, kendi mutsuzluklarını çocuklarına yansıtması...Erkekler arasında sıkı dostlukları... Büyük kentte, toplu halde yaşayan insanların yabancılaşması...Doğanın katledilmesi ve beton yığınları.... Aşkı...Nazlı, Cemil'i ne kadar çok sevdiğini...Cemil de bu sevgiyi hak etmiş olması, en azından ben öyle hissettim. Şeyda gibi, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünen en korkulası kadınları...Cinayeti çözmeye çalışan yaşlı kadını ve bu toplumsal yarayı… Hayatın bir şölen olduğunu hissettiren üstünkörü yapılmış bir liste…

Ben romanı sevdim. Hemen hemen tamamını yolda okudum, fırtına nedeniyle Bursa’ya dönüşümüz de kara yolu ile oldu. İstanbul’da hoş bir hafta sonu geçirdim, Boğaziçi Caz Korosu’nun Zorlu PSM’de harika konserini izledim. Ülkemizde, müziğe gönül vermiş gençlerini izlemek beni ziyadesiyle mutlu etti….Eh, bir de büyük oğlumu koristlerin arasında izlemek ayrı gururdu tabii...Çok sesli bir koro ve müthiş uyum…Millet meclisimizi düşündüm bir an için, çok sesliliği armonik haline getirmek mümkün olur mu? Doğru ve uygun bir lider bunu yapabilir bir ihtimal…

Uzun yazımı toparlamam gerek. Güzel bir roman okudum, Barış Bıçakçı’yı tebrik ediyorum ve onun sözleriyle yazdıklarımı noktalıyorum; "Edebiyat okurları, aslında okudukları her kitapta, insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü, yaşayarak elde edilmeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlar, sahiden anlarlar."

7 Şubat 2015 Bursa

22 Mayıs 2024 Çarşamba

En Uzağından Unutuşun

Nobel edebiyat ödülü benim önemsediğim bir ödüldür, şu ana kadar okuduğum tüm bu ödülü alan yazarlar , benliğimde iz bırakmışlardır. Bu nedenle, kitap okur maceramda mutlaka bu ödüle layık görülen yazarları tanımak için kendime fırsatlar yaratıyorum. Yeri gelmişken, burada küçük bir bilgiye yer vermek istiyorum; Nobel edebiyat ödülü 1901 yılından itibaren günümüze kadar her yıl,1940-41-42 ve 43 yılları hariç, sahipleriyle buluşuyor, bu gün için, yüz on bir ( 111 ) Nobel ödüllü yazarı var demek oluyor. Güzel bir rakam olduğu için satırlarımı okuyanlarla paylaşmak istedim, böyle küçük istatistik bilgeleri öğrenmekten ben keyif alıyorum. İtiraf ediyorum ki Modiano ismini, 2014 yılında bu ödülü aldığında, ilk kez duymuştum ve sonrasında doğal olarak okumak istediklerimin arasında yerini almıştı. Ülkemizde, yanılmıyorsam altı romanı tercüme edilmiş ve ben Yazarla tanışmak için tercihimi, Tahsin Yücel’in çevirisinden yana kullandım.

Daha önce bu durumdan söz etmiş miydim bilmiyorum, fakat romanı okurken Paris’i görme ihtiyacı duydum yine. Romanla birlikte, kendimi eski, siyah beyaz Fransız filmleri içinde buldum ve Paris hissi sardı benliğimi. Her birkaç sayfada okuduğum metnin içinde olmayan bir şey sanki yeniden düzenlenecekmiş gibi, bir tür uyanış rüyası içine düştüğümü hissettim, tam olarak tarif edemedim, arada sanki sis örtüsü içinde takip ettim hikayeyi ve dolayısıyla benim için İlginç bir okuma serüveni oldu.

Kitabın konusuna gelince , uzun zaman önce yaşanan bir aşkın yansıması anlatılıyor. İsimsiz anlatıcı ( ya da ben fark edemedim ismi varsa ) eski kitaplar satan bir genç, Jacqueline ve Gerard Van Bever çifti ile arkadaş oluyor, hikaye böyle başlıyor. Sonrasında, amaçsızca yaşanan hayatlar, zorunluk ve ya tercihe göre ebeveynlerle kopuk ilişkiler, yaşadıkları topluma yabancılaşmış, yalnız insanları ve farklı ümitlerini okuyoruz.

Hüzünlü bir hikaye aslında ve aklıma ilk gelen sahne, hırsızlıkla ilgili olan, çok duygulandım okurken...

En uzağından Unutuşun, bana çok okumak istediğim, fakat defalarca okuma teşebbüsünde bulunduğum halde, çevirisinden sanırım, bir türlü okuyamadığım ve sonunda filmini izlediğim, Muhteşem Getsbi'yi hatırlattı.

Paris'e hiç gitmedim ve romanda anlatılan,Tournelle Rıhtımı, Saint-Micheal Bulvarı, Odeon Postanesi,Dante Sokağı, Saint Germain Bulvarı, Porte de la Muette vb mekanları hayalimde filmlerden izlediğim kadarıyla canlandırdım, hepsi yanlış canlandırma tabii ki, gerçeği ile alakası olmayan siyah beyaz kareler...

Kitabı okuduğum sürece aklımda çalan şarkı Teoman'nın İstanbul'da Sonbahar... Nedenini bilmiyorum, pek alakası yok aslında , sonbahar en hüzünlü mevsim olduğundan belki... Bundan yirmi beş yıl önce en büyük hayallerimden biri İstanbul'u görebilmekti. İstanbul'u görmeden, şehrin kokusunu duymadan ,onu konu eden bir roman okumak ne kadar eksik olurdu düşüncesi geçiyordu sık sık aklımdan, misal, Bulgaristan’da hâlâ yaşıyor olsaydım ve Beyoğlu Rapsodisi romanı elime düşseydi, kitaptaki İstanbul ruhunu asla hissedemezdim...

Bu anlamada sanırım romandan bir Fransız kadar keyif alamadım...Bazı romanları orijinal dilinde okumak, anlattıkları mekanlarda bulunmak, isteği uyandırıyor bende ve bu o romanlardan birisi. Fransız dilini bilmiyorum, fakat tınısı beni hiç rahatsız etmiyor, hatta dinlemeyi seviyorum...Hep merak ederim, bir bilmeyene Türkçe dilinin tınısı, nasıl gelir diye. Şu ana kadar pek olumlu cevap alamadım sorduklarıma, çok "ş"li bir tınıdan söz ediliyor, bana güzel geliyor, fakat benim merak ettiğim başka...Her neyse, Türkçenin tınısı, bana göre orta, fakat zenginlik konusunda, bence hiç bir dile birinciliği kaptırmayız ve bu anlamda Türkçe benim favori dilim, misal gücenmenin kaç farklı ifadesi var ; gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kırılmak..

Konuyu yine saptırdım, Fransızları hafif kıskanır gibi oldum ( gülüyorum ), Paris çok güzel bir şehir olabilir, ama ben İstanbul'u seviyorum...

Türk Yazarlarını ,Türk insanını anlatan ve tanıdık mekanları okumak, kendime yakın bulduğum için, çok büyük keyif alıyorum.

Patrick Modiano'ya haksızlık etmek istemem katiyen, bence, çalakalem yazar gibi, güzel, çok doğal , hüzünlü ve hissedebildiğim bir roman yazmış...

14 Nisan 2017 Bursa

21 Mayıs 2024 Salı

SİRKE KIZ

 

 


 Etkisinde kaldığınız, unutamadığınız ve aklınıza ilk gelen filmler hangileridir?

 

Bu soruya, sorulduğu farklı tarihlerde, farklı  cevaplar verebilirim; Hayat Güzeldir, Forrest Gump, Bisiklet Hırsızları, Guguk Kuşu,  Room ( Gizli Dünya ), Piyanist, Postacı Kapıyı  İki Defa Çalar, Lion, Doktor Jivago,  Hırçın Hız…

 

Tamam kestim, bir kitap yorumu yazmaya başladığımı unutmadım, neden böyle bir giriş yaptım peki, çünkü anlatacağım kitap, hiç unutamadığım bir filmi anımsattı bana; Hırçın Kız’ı.

 

Kitap yorumlarımda  sıkça  söz ediyorum, doğduğum ve   hayatımın ilk 25 yılı, Türkiye’ye  coğrafi olarak yakın, fakat yapısı ile çılgınca farklı olan ülke Bulgaristan’da geçtiğini ve burada yazmamın ilk nedeni pek çok eksik olan  Türkçe dilimi geliştirmek olduğunu. Ayrıca bu sayfa, kitap yolculuğumun aynası olmakla kalmıyor, okuduklarımın düşündürdüklerini, hissettirdiklerini ve  anımsattıklarını yazdığım gibi,  kısa  otobiyografik notlarıma da yer veriyorum, çünkü ben öncelikle kendim için yazıyorum. Paylaşma nedenim ise,  ben her türlü ve özellikle bu tarzda kitap yorumları okumayı  sevdiğim için, belki benim gibi başkaları  daha vardır, işte bu düşünce, bu eyleme itiyor beni ve son satırla  kocaman gülümsüyorum. Birileri bu sayfama tesadüf ederlerse şayet,  eğlenceli, nostaljik bilgilerin yanı sıra, yazmanın bir terapi olduğunu öğrenebilirler bir ihtimal.

 

Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, filmi  1967 yılında çekilmiş, Türkiye’de 1971 yılında vizyona girmiş, o yıllar  kapalı kutu olan Bulgaristan’da film  ne zaman vizyona girmiş olduğunu bilmiyorum,  ben 1980’li yıllarında izlemiş olduğumu tahmin ediyorum, çünkü  film televizyona düşmüş ve ben  evde  siyah beyaz yayında , yine de büyülenmiş gibi izlediğimi hatırlıyorum. Sansürün kol gezdiği ülkede o kadar kısıtlı yayınlar vardı ki o zamanlar, sadece bundan dolayı da  bu  denli etkilenmiş olabilirim, tabii işin aslını tam bilmiyorum, bildiğim tek şey, filmi çok ama çok beğenmiş olduğum ve  hâlâ çok net kareler anımsadığımı. Elizabeth Taylor, Richard Burton, filmin baş rollerinde, fakat o zaman bu isimleri bile tam olarak kim olduklarını bilmiyordum, yine de beni kendilerine hayran bırakmışlardı. Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, daha sonra William Shakespeare'in bir oyunu olduğunu öğrendim.

 

Bu arada  küçük bir bilgiye yer vermek istiyorum, hazır bu kadar geriye gitmişken; 1926 yılında küçük bir ekranda, ilk televizyon görüntüsünü elde edilmiş, 1936 yılında dünyanın ilk düzenli TV yayını başlatılmış, Türkiye’de ise 1968'de TRT Ankara Televizyonu deneme yayınlarına başlamış. Bizim eve  televizyon 1972 yılında girmişti  çok net hatırlıyorum bu yılı , çünkü 1972 benim için önemli bir yıl, ilk defa  o zaman idrak edebilmiştim ki  Dünyada yıl sayımı var ve benim  o an  yaşadığım yıl 1972 yılı( 8 yaşındaydım ).

 

2018 yılının son devrettiğim kitap Sirke Kız.  Hiç duymamış olduğum yazarlar ve kitapları hakkında, okur yorumları okumayı seviyorum ve bu sayede bazan çok keyifli eserlerle buluşabiliyorum, böylece kitap okur macerama renk ve heyecan katıyorum.   En son yine bir keşif sonucunda, yolum Anne Tyler ile kesişti. Bir yazarın kitabını edinmeden önce, mutlaka kısa biyografik bilgilerine bakıyorum, şimdilerde bu çok kolay oluyor ve burada paylaşıyorum;

 


Anne Tyler, 1941 yılında Minnesota Minneapolis'te doğdu ve Kuzey Carolina'da Raleigh'de büyüdü. Yirmiden fazla romanın yazarıdır. 2015 yılında Man Booker Ödülü için kısa listeye girmiş. On birinci romanı SOLUK ALMA DERSLERİ romanı ile  1988'de Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüş. Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi üyesidir. Maryland, Baltimore'da yaşıyor.

 

Shakespeare’in bazı eserleri, günümüzün yazarları tarafından yeniden yorumlanarak yazılması, Hogarth ‘ın (İngiltere’nin köklü yayınevlerinden)  bir süre önce  başlatmış olduğu değişik  bir proje. Anne Tyler de bunlardan birisi, Hırçın Kız – The Taming of the Shrew oyununu günümüze  Sirke Kız  -Vinegar Girl olarak uyarlamış.

 

Bu projenin ne kadar doğru olduğunu tartışmıyorum, fakat haberim olunca çok merak ettim ve kitabı  ossaat edinip  devrettim.

 

Shakespeare’in, en sevdiğim komedisinin özüne sadık kalırken,  esprili ve çağdaş yaklaşabilmiş bence  Anne Tyler . Beni güldüren, düşündüren , iyi  yazılmış eğlenceli bir kitap diyebilirim. Hırçın Kız hakkında detaylı bilgiye sahip olabilirsiniz, ya da  bu oyununu  hiç duymamış da olabilirsiniz, Anne Tyler, çok zor iş başarmış bana kalırsa  ve   her iki tür okuyucuya hitap edebilmiş.

 

Sirke Kız,  Haziran 2016  tarihinde yayımlanmış, Hırçın Kız ise  1590-1591 yılları arasında yazıldığı varsayılır, özellikle nette  tarihlere baktım, çünkü hikayede dikkatimi çeken  ve ne yazık ki,  kadınların evin dışında çalışmalarına ve para kazanmalarına  rağmen, hâlâ ev işlerinin onda dokuzunu yapmaya devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz,  oysa sadece ben bu durumda olduğumu sanıyordum…

 

29 yaşında Kate Battista, anaokulunda 4 yaş grubunun yardımcı öğretmenidir, tuhaf bilim adamı babası Dr. Battista,  ele avuca sığmayan on beş yaş küçük kız kardeş Bunny ve sınır dışı edilmek üzere parlak genç laboratuvar asistanı Pyotr. İşte ana kahramanlarımız, hani kurguda öyle çok merak ettirilecek bir durum yok, Yazarın öyle bir iddiası da yok, neşeli, hafif, sıkmayan, eğlenceli film izlercesine, kitap okur macerası oldu benim için.

 

 

Uzun yazımı noktalarken kitapta çok hoşuma giden ve kendime ilke edinmek istediğim iki pasaj ile noktalamak istiyorum ;

 

“Güzel bir şey söyle kuralı; Eğer söyleyeceğiniz şey güzel değilse, bir şey söylemeyin”

 

“ Sosyal iletişim becerilerini geliştirmelisin. Biraz incelik, biraz ölçülü davranış, biraz diplomasi.”

 

 

 

28.12.2018

Bursa