27 Haziran 2024 Perşembe

TÜNEL FARELERİ

18 Kasım 2015 tarihinde , Yanlış Numara roman hakkında düşüncelerimi yazdıktan sonra bu notu düşmüşüm kendime ; “Umarım tekrar Michael Connelly ile başka bir kitap okur macerasında buluşurum, Harry Bosch'u merak etmedim desem yalan olur.”

Kitap araştırma süreci benim için çok heyecanlıdır, bir kitabın peşine sürüklenebilmekten müthiş haz alıyorum, o yüzden tanımadığım kitaplar hakkında yorumlar okumayı seviyorum. Ve bazan bu yorumlardan yola çıkarak, çok sık olduğunu söyleyemem, beni, bir kitap veya yazar cezp edebiliyor ve ben düşüyorum onun peşine. Bu sürüklemenin şiddetleri var elbette, gülüyorum… O sürükleyişin nedenini tam bilmiyorum, aşk gibi sanırım…Hayal kırıklığı yaşamışlıklarım da var tabii, hem de çoğunlukta, fakat yeni bir kitapla buluşmayı, elime almayı, varsa ön sözü ya da yazarla ilgili bilgiyi, ilk cümlesini okumayı seviyorum ve böyle anlarımı çoğaltmaya çalışıyorum.

Michael Connelly’yi bir kitap okur sitesi sayesinde tanıdım ve Kasım 2015 yılında ilk romanını okudum, yani Yazarla tanışmış oldum. İlk tanışma önemli, gülüyorum , ben bu kitap günlüğümün sayfalarını yazarken çok eğleniyorum, çünkü bazan bu ilk buluşmadan sonra, elim bir daha o yazara hiç gitmiyor, bazan ise ikinci şans tanıyabiliyorum, bu durum o anki ruh hallerime göre değişiyor. Bir insanı ilah gibi görmek benim sinirime dokunuyor, çok iyi şarkı söyleyebilir, çok iyi yazar olabilir, çok iyi siyasetçi olabilir, daha akıllı, daha güzel olabilir, daha üstün yeteneklere sahip olabilir, fakat sonuçta bir insandır ve ben hiçbir insan başka bir insanı küçümsemesine tahammül edemiyorum, sevmek veya sevmemek başka bir şey, onu küçük görmek başka, belki ben sıradan birisi olduğum için böyle düşünüyorum, bilmiyorum…Ah bu sözler de nereden çıktı, sanırım kendimde, bazı yazarlara, ikinci şans tanıma cüreti bulduğumdan.



Michael Connelly’i ilk buluşmamızda sevmiştim ve onun yarattığı Harry Bosch kahramanı tanımak istediğimden söz etmişim, çünkü Yazarı araştırırken bu roman kahramanın ismine rastlamıştım. Bu ilk karşılaşma için roman seçmeye sıra gelince tam bir karmaşa içinde buldum kendimi, serinin kitaplarındaki yayımlama sırasında sorun vardı. Uzun çabalar sonucunda, gülüyorum, söz konusu serinin ilk kitabı TUNEL FARELERİ olduğunu öğrendim ve oradan başlamam gerektiğine karar verdim, yoksa romanın adı pek hoş gelmemişti. Yeri gelmişken küçük bir bilgiyi paylaşmak istiyorum, öğrendiklerime göre bu seri on dokuz ( 19 ) kitaptan oluşuyor ve yanılmıyorsam ülkemizde ikisi hariç diğerleri tercüme edilmiştir. Tünel Fareleri 1992 yılında yayımlanmış ve yanlış öğrenmediysem, Yazarın ilk romanıdır, ayrıca bu romanıyla Edgar Ödülü’nü kazanmıştır.

Tünel Fareler’ni devredeli aylar geçti, fakat bir türlü vakit ayırıp kitap hakkında yazamadım. Aradan zaman geçince kitap hakkında düşüncelerimi toparlamak bir taraftan zorlaşsa da, bir taraftan bazı ayrıntıları anımsamak güzel olabiliyor… Hieronymus Bosch’la (Harry Bosch)tanışmak ilginçti, bu kahramanı sevebileceğimi hissetmiştim ve yanılmadım. Kahramanı tanımakla kalmadım, aynı ismi taşıyan on beşinci yüzyıla ait Hollandalı bir Ressamla da yolum kesişmiş oldu roman sayesinde ve daha önce hiç duymadığım ve görmediğim bir tabloyu nette incelemiş oldum. Üç ayrı parça halinde 2,2 m x 3,89 m boyutlarında Zevk Bahçesi adındaki bu dev tablo 1939'dan beri Madrid'deki Prado Müzesi'nde bulunduğunu öğrendim. Artık Madrid’de bir hedefim var diyorum ve gülüyorum… Kitap okurken böyle küçük keşifler yapmaya bayılıyorum ve bu yüzden Michael Connelly’yi kutluyorum.

Sadece bunun için kutlamıyorum gayet tabii, çok katmanlı karakterler yaratma becerisi için ve onları inandırıcı bireyler olarak geliştirebildiği için, gerçekçi diyaloglar yazabildiği için, sağlam bir kurgu oluşturduğu için, gizemli ve karmaşık bir suç üzerine kurduğu hikayesi için, Hollywood ve Beverly Hills'i harika anlatabildiği için, Vietnam Savaşı ve "tünel fareleri" hakkında arka plan bilgisi verdiği için ve bana nostaljik anlar yaşattığı için...

Hikaye, Vietnam'daki savaş zamanında Bosch'un biriminde olan bir askerin, yıllar sonra ölü bulunmasıyla başlıyor. Bu ölüm vakası kısa zaman önce çözülmemiş, çetrefilli bir banka soygunu ile bağlantılı olabileceği anlaşılır. Bosch’a soruşturmalarında yardımcı olmak üzere , FBI tarafından, sert, esrarengiz ve tabii ki güzel ajan Eleanor Wish görevlendirilir. Yavaş yavaş bağlantılar açığa çıkar ve sonunda tüm gizem ve iç içe girmiş suçlar çözülür. Küçük ip uçlarını, her ayrıntıyı ve şüpheli anları neredeyse mükemmel işleyebilmiş Connelly ve türü için son derece güzel bir roman çıkmış ortaya, bana göre. Kitap bana nostaljik anları, ankesörlü telefonların, daktiloların hatırlatmasıyla yaşattı, roman ilk olarak 1992 yılında yayımlandığından, günümüze kadar teknolojinin nasıl hızla geliştiğini bir kez daha çarpıcı şekilde hatırlatmış oldu.

Burası benim kitap günlüğüm, fakat sadece okuduklarımın bana neler düşündürdüğünü veya hissettirdiğini hakkında yazmak istemiyorum, kısaca o kitabın bana eşlik ettiği dönemde yaşadıklarımı da kendim için not etmek istiyorum. Bundan sonrasını, sadece kitap hakkında bilgi edinmek isteyenler okumayabilirler, gülüyorum…Mesela kitabın bana hatırlattığı müzik The Cigarette Duet – Princess Chelsea, ya da tam tersi bu şarkıyı radyoda ( veya başka bir yerde ) dinlediğimde, romanın kahramanları canlanıyor dimağımda.Bu şarkıyı, kitabın sayfaları içinde not etmişim, not etmeseymişim unuturdum ve şu an bu satırları yazarken yine bu şarkıyı dinliyorum…

Okuduğum kitapları yanımdan ayırmadığım için o an yaşadıklarımın sessiz şahitleridir. Çocukluğumdan bu yana, okuma yazmayı söktüğümden bu yana daha doğrusu, hep çok oluşturmak istediğim günlük, okuduğum kitapların arasında gizli, gülüyorum, günlüğüm küçük hatırlatmalardan ibaret ve bu incelemeler, sayesinde gün yüzü buluyorlar : ) Tünel Fareleri, otuz (30 yıl ) hiç görmediğim üniversite arkadaşlarımla buluştuğumda yanımda olan kitaptı. Sayfaların içinden tam tarihi hatırlamış oldum, 3 Haziran 2017, Bulgaristan, Filibe’de gerçekleşti toplantımız, Dünyanın her bir yanına serpilmiş olan bizler, gelişen teknoloji sayesinde buluşmayı gerçekleştirebildik. Facebook’ta kurduğumuz grup yardımıyla, Avustralya’dan Beti, Kanada’dan Mitko, Almanya’dan Nayden, İngiltere’den Petar, Türkiye’den ben ve tabii ki Bulgaristan’da kalan arkadaşlar, yaklaşık 30 kişi müthiş bir organizasyonla buluşmayı başarabildik. Bazı arkadaşlarımı tanımakta zorluk çektim, ama gözler var ya, gözler yine bir süre sonra ip ucu verebiliyor…Çok eğlendik, çok güzel bir geceydi, hiç uyumadak, anlatılacak o kadar çok şey vardı ki…İnsanlar yaş aldıkça daha mı iyi oluyorlar ne, düşüncesi sısk sık geşti aklımdan, otuz yıl öncesini ile kıyaslayınca…

Harry Bosch’la bir daha buluşur muyum bilmiyorum, pek sanmıyorumi, yine de kısmet diyorum ve onun bir sözüyle bu uzun güncemi noktalıyorum. ” Bazan insanlar,olaylar ve gözle görünmeyen güçler, bir şekilde birbirlerini bulur. Ben buna inanıyorum.”

Hamiş: Harry Bosch’un çok sevdiği ve kendini adeta içinde gördüğü tablo, Edward Hopper’in, Gece Şahinleri.

Sonny Rollins, Frank Morgan ve Branford Marsalis , kahramanımızın en çok sevdiği saksafon ustaları, bir gün dinlerim diye buraya not düşüyorum... Küçük oğluşum tam bir jazz tutkunu, piyanosunda icra ediyor aynı zamanda, ben de belki severim bir gün…

8 Ekim 2017 Bursa

11 Haziran 2024 Salı

YABANCI

Yabancı, uzun zamandır okumak istediğim romanlar listemde yer almaktaydı. Merak ettiğim, fakat anlamakta zorluk çekeceğim bir kitap olabileceğini, söylüyordu iç sesim. Albert Camus ismini çok duymuş, oysa Yazarın eserleri hakkında fikrim olmaması, bir edebiyat sever olarak, beni rahatsız ediyordu. Velhasılıkelam Yabancı’ yı 2 Ekim 2014 tarihinde okumaya başladım. Elimdeki nüsha, 1984 yıl baskısı, Can Yayınları, çevirisi ise Vedat Günyol’a ait. Kitabın birinci bölümü devrettim, fakat okumaya devam edip edemeyeceğim konusunda kararsız kaldım. Önümüzde Kurban bayramı vardı ve maaile geçireceğim küçük tatilde bu kitabı yanıma almak istemedim, nedensiz…Belki daha sonra okumaya devam ederim, dedim kendi kendime ve kitabı kitaplığıma kaldırdım.

Tatilde, yanıma Milyarder romanını aldım ve 3 Ekim 2014 tarihinde okumaya başladım. Tesadüf bu ya kitap başka bir Fransız Yazara aitti, Michel de Saint Pierre. Daha sonra fark ettim ki Albert Camus ve Michel de Saint Pierre hemen hemen aynı dönemde yaşamışlar. Albert Camus 7 Kasım 1913, Michel de Saint Pierre ise 12 Şubat 1916 yılında dünya gelmiş iki Fransız.. “Coğrafya kaderdir”, demişti İbni Haldun. Bu sözlerin gerçekliğini her zaman hissetmişimdir… Camus, Cezayir’de maddi imkanları kısıtlı olan bir ailede doğmuş, annesi İspanyol, babası Fransız, Michel de Saint Pierre ise soylu bir Fransız ailesinde doğmuş.

Velhasılıkelam, Milyarder romanını okumaya başladım ve bu roman benim en çok sevdiğim tür roman tarzıdır, kurgu dahi olsa, olaylar sanki gerçekmiş gibi gelişiyor. Yine de Yabancı’nın birinci bölümü aklımın bir köşesinde kalmıştı, Camus beni etkilemeyi başarmıştı. Milyarder’ in 142 sayfasında şöyle bir pasaj okudum; “Ananaslı ördekten önce, bir levrek ızgarası hiç de fena olmaz gibime geliyor. Yanında da bir şişe Meursault…” Bir şişe şarap, Meursault şarabı…Yabancı’nın kahramanı Meursault değil miydi?! Yanılmış olduğumu sandım bir an için, kontrol etmek için, Yabancı romanı yanımda değildi…Meursault nasıl okunur? Mörso mü ! Şu Fransız dili hep beni şaşırtmıştır…İnkar edemiyorum, bu dili hiç bilmediğim halde, tınısını seviyorum…Türkçe bilmediği birisi, dilimizin tınısı hakkında ne düşünür, merak ettim birden. 1989 yılında Türkiye’ye göç geldiğimde hemen hemen hiç Türkçe bilmiyordum, televizyonda konuşmaları anlayamıyordum, fakat Türkçenin tınısı çok, ama çok hoşuma gidiyordu, öylesine yumuşak ve melodik…Bir gün ben de konuşabilecek miyim, diye hayıflanıyordum.Ama ben bir Türküm ve tarafsız olamadığım gibi, belki bu hissettiklerim, gerçeği yansıtmıyordur, bilmiyorum. İnsan, sevdiğini güzel bulur. Benim merak ettiğim, bir yabancının, Türk dilini nasıl bulduğuydu.Sanki birisi, komik tınısı olduğunu söylemişti.

Saptırdım konuyu, Yabancı romanın kahramanı ile Fransa’da şarap üretilen bir bölgeyle aynı isim olduğunu öğrendim ve ossaat bu aslında bir soy ad olduğunun farkına vardım. Ön ismi var mıydı ki Meursault’un? Yoktu sanki…

Yabancı, çok ilginç bir romandı.Bende o kadar çok soru işareti bıraktı ki; Tutkusu olmayan bir insanın hali bu mudur ? Aslında, hep deriz hayatta hiçbir şey ciddiye alınmamalı diye, Meursault gibi mi ? Bir insanın, sahilde, öylesine hayattan koparmak bu kadar kolay mı? Ya da bir Arabın zaten hayatının bir önemi yok mu? Camus, öldürülen kişinin neden bir Arap olduğunu seçmiş? Yargılanan Meursault, zaten öldürdüğü için değil, ölen annesine karşı tutmadığı yas için asıl yargılanmıştı…Yas nasıl tutulmalıydı? İnsan acısını içinde yaşayamaz mı? İlla birileri bu acısına şahit mi olmalı ? Meursault, işindeki yükselmeyi neden kabul etmedi? Paris'e gitmeyi neden reddetti? Toplumun kabul ettiği kurallara baş kaldırı daima giyotine mi götürür? Meursault aslında öldürmeye niyeti yoktu, kendini korumak için mi öldürmüştü? Arabın elinde bıçak vardı…Neden kendini savunmadı? Savunmaya gerek mi duymadı? Sonuçta herkesi, bir şekilde ölüm beklemiyor mu ? Sevmediği bir kadınla neden evlenmeyi kabul etti? Birisine âşık olabilir miydi? Ve pek çok soru daha...

Romanın son bölümünden çok etkilendim. Yorumlaması zor, okumak gerek…

Okuduğum tercüme oldukça başarılıydı, yine de bu romanın, özellikle son bölümlerini Fransızca okuyabilmeyi isterdim.

Albert Kamus, Cezayir’de doğmuş olması, bir sömürge ülkesinde doğmuş olması, hem Fransız, hem Arap kültürünü çok yakından tanımış olması, Arapların kendi topraklarında yaşadıklarına bizzat şahit olmuş olması, sanırım hayat felsefesini oluşturmakta önemli rol almıştır. Yazarın kısa biyografik bilgilerine baktığımda bu cümleye takıldım ; Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı.

İyi ki okudum bu romanı.

31 Ekim 2014

Bursa

7 Haziran 2024 Cuma

TANIMADIĞIM TANIDIK FÜRUZAN

Geçtiğimiz hafta sonu ( Pazar 12 Ocak 2009 ) minicik bir kitap okudum, sadece 80 (seksen ) sayfa - HARAÇ. Bir kadın olarak etkilenmemem mümkün değildi. Ara sıra, âdeta kendi düşüncelerimi, sayfaların içinde okudum…Tuhaf bir duyguydu, hiç tanımadığım Füruzan’ı tanıyormuşum gibi hissetim.

Haraç, hikâye mi, uzun öykü mü, roman mı tam olarak karar veremedim. Olağanüstü yalın ve duru bir dilde yazılmıştı fakat. Sanki dün yazılmış bir kitap gibi geldi, uzun yıllar önce kaleme alınmasına rağmen. Okurken, aralarda durdum ve geriye dönüp tekrar tekrar okudum, hoşuma giden satırları. Yazarı heyecanlandıran konular o kadar sahici, olaylar o kadar gerçekti ki… Haksızlıklara tahammülü olmayan ve bu isyanını açık ve net bir şekilde, cesaretle, sözcüklerin sihirli gücü ile okurlarıyla paylaşmış Füruzan. Ben hayranlıkla okudum.

Şu an bu satırları yazarken, biraz duruyorum, kitabı elime alıyorum ve 78. sayfasını açıyorum, tekrar okuyorum ve yazıyorum: “ Bir şey iste deselerdi, hani var ya o masallardaki gibi, periler cinler çıkıp dilek sorduklarında okumayı yazmayı sökeyim isterdim. Oğluma iki satırcık yollamak için”

Okuyamamanın, harflerin tanıyamamanın buruk acısı, beni çok derinden etkiledi.

Sıra dışı kadın duyarlılığı ile, sadece seksen sayfaya sığdırılmış, bir başka kadının Servet’in hayatına dokunmuş Füruzan ve ben içim buruk ve çaresiz tanık oldum.

Edebiyat eleştirmeni değilim, ve öyle birinin gözü ile görüş bildirmem mümkün değildir elbette, fakat sıradan birisi olarak kitabı çok beğendiğimi ve hafızamda kalıcı yer edindiğini söylemeliyim.

Kitabı, bir okurun yorumunda görmüştüm ve haklı isyanı ,Yazarımızla yolumun kesişmesine neden oldu; “Acaba biz Türkler kendi değerlerimizi birbirimize anlatmayı beceremiyor muyuz? Yoksa beceriyoruz da...Bir övgü yapılacaksa, yapılması gerekiyorsa bu övgüyü gerektiği kadar duygulu, gerektiği kadar heyecanlı yapamıyor muyuz? Buyrun, işte Füruzan'ın Haraç adlı hikâyesi... Niçin birileri bana şimdiye kadar, ' Füruzan'ın HARAÇ adlı öyküsünü okudun mu? ' diye sormadı? Niçin Füruzan'ın adı hiç geçmedi? Füruzan'ın öyküsü 'çok güzel öyküler' arasında gösterilemez mi? Bunu kim yapacak? Kim Haraç'ı en güzel öyküler arasına alacak? Galiba bunu biz yapacağız...kitap okuyanlar, bir şeyler yazmaya çalışanlar yapacak! “

Haraç, güncelliğini kaybetmemiş bir öykü. Sezen Aksu imzalı çok çok güzel ve anlamlı olan şarkısı “ Kardelen”, fonunda devrettim bu kısacık hikâyeyi. Aklımın bir köşesinde sürekli bu şarkı çalıyordu…

Doğuda nice nice Servetler var hâlâ…

Kitap, tekrarlamak istiyorum, sıra dışı kadın duyarlılığı ile yazılmış. Kadınların, bazen yaşamak zorunda kaldıkları korkunç haksızlıkların isyanıdır bu minicik kitap.

Ulu Önderimiz Atatürk sözlerini hatırlıyorum : “Bir zamanlar gelir beni unutmak, unutturmak isteyen gayretler belirebilir, fikirlerimi inkâr edenler, beni yerenler çıkabilir. Hatta benim yakın bildiğim kimseler arasından bile olabilir. Ama ektiğimiz tohumlar o kadar canlıdır ki, bu fikirler döner dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur.”

Nasıl da öngörmüş !

Ama ben Çağdaş Türk Kadınına güvenmek istiyorum ve burada, Önderimizin sözlerine yine ihtiyaç duyuyorum “şuna kani olmak lazımdır ki, dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir”

Füruzan’ın güzel öyküsü, sözü geçen ekilen tohumlardan yeşermiş bir filizdir. Benim ülkemde Füruzan gibi Yazarlar olduğundan gurur duydum.


Okuyun ve okutun lütfen, güzel ülkemizde, Servetler hiç olmasın…

Efendiler, siz de okuyun lütfen, sizin için de çok anlamlı mesajlar var…

14 Ocak 2009 Bursa

4 Haziran 2024 Salı

DOKTOR JİVAGO

Bir yerde okumuştum ki dünyada en çok okunan Rus yazarlarıymış. Bu bilginin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum, fakat benim kitap okur maceramda en çok Rus yazarları yer almaktadır. Dünya edebiyatının temel direklerinden birini oluşturan, insanlığın ruhunu yıllarca besleyen Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Lermontov, Çehov, Gogol, Gorki,Turgenyev, Şolohov, Mayakovski , Ostrovski, Gonçarov ve sayamadığım pek çok isim, kitap sever çevrelerinde iyi tanınmakta ve saygın yer almaktadır.

Doğduğum ve öğrenim gördüğüm Bulgaristan, o zamanın Rus sömürgesi bir ülke oluşu itibariyle, biraz önce saydığım yazarların eserlerini okullarda mecburi okuttururlardı ve bu münasebetle ben eserlerin bir kısmını orijinal dilde okuduğum gibi, pek çoğunu yakinen tanıyorum. ( Bu arada yakinen, yakından değil, kesin ,iyice anlamını taşıyor. )

Boris Pasternak ismini Bulgaristan’da hiç duymadım, ismi, Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra tanıdım. 1958 yılında ,Yazar, Nobel ödülüne layık görülmüş, ancak Sovyetler Birliği hükümetinin baskısı altında bu ödülü reddetmek zorunda kalmıştır. Demirperdede yaşadığım dönemde ( 1964 – 1989 ),Yazarın eserleri sansürlenmiş olduğundan hiç karşılaşmadım. Tarih ne kadar ilginç, E. M. Karakurt’un sözleri geliyor aklıma; "Tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu, şimdi bir kere daha öğreniyoruz."

1917 Ekim Devrimi ile Rusya İmparatorluğu yıkılmış, halk, devletin yönetimini ele geçirmiş ve sosyalist cumhuriyet kurulmuştur. Haziran 1991 yılından sonra, yani yetmiş dört yıl sonra, yeni reformlarla birlikte; özetle, sosyalist cumhuriyet dağılmış ve yeni federal cumhuriyet ilan edilmiştir. Eski İmparatorların yerine, yeni dönem imparatorlar gelmiştir…”Yeni zenginler” diye daha önce hiç duymadığım tabir duymuştum 1997 yılında Petersburg'u ziyaretimde.

Zaman zaman dile getiriyorum, 1960-1970 yıllar arasında doğanlar, bence dünya tarihi arasında en şanslı kuşaktır. Nedenleri kısaca izah etmem gerekiyorsa; II. Dünya savaşı yaraları anca sarılmış, teknoloji henüz bu kadar gelişmediği için daha doğal hayatın içinde, teknolojideki dev değişimi, mütevazi ( paralel) yaşadı bu kuşak ve dünyanın globalleşme hayalini gerçekleştiğini gördü, internetle tanıştı ve kullanma şansına erişti. 1960-1970 yıllarında sanatın her dalı doruk noktasına ulaştı…

En son okuduğum roman da bu düşüncelerimi yineledi. Günümüzde böyle eserler yazılamadığı gibi, bence okunmuyor da…Belki çok taraflı düşünüyorum, her dönemin kendine göre kitapları ve sanat anlayışı vardır. Yine de ben kendi adıma bu kuşağın temsilcisi olduğum için şanslı hissediyorum ve günümüz gençlerin adına üzülüyorum.

Uzun girizgahtan sonra gelelim konumuza, Doktor Jivago unutamayacağım romanların arasında yerini aldı bile…Bir şairin romanı, kelime oyunları ve metaforlar sayesinde anlatılan doğal manzaralarını görebildim, kışın sertliğini hissettim, ormanlar ve alanların güzelliğine bayıldım. Yuri’ nin iç dünyasını anlamaya çalıştım, sevgisi, eşi Tonya ve âşık olduğu Lara arasında bölünmüş olan bu adamın duygularını çok inandırıcı buldum.

Doktor Jivago, çok güzel dekore edilmiş bir tarihi roman; arka planda dev Rus devrimi ve bir aşk hikayesi. Kitap, tarihin önemli siyasi ve sosyal olaylardan biri , Rusya’da Çar'ın devrilmesini ve Bolşeviklerin devlet yönetimini ele geçirmesini anlatıyor. Ben ilk kez farklı bir bakış açısıyla okudum bu devrimi…

Okurken, nispeten önemsiz karakterleri tanımaktan bazan sıkıldım. Bir de tesadüfler bolluğu, inandırıcılık sınırlarını biraz zorlamış gibime geldi , fakat bu küçük kusurlara rağmen, nefes kesici bir romandı. Gürleyen fırtına gibi bir devrimin fonunda, hayatta kalmak için çırpınan bir kelebek gibi bireyin öyküsü, bence çok başarılı aktarılmış.

Doktor Jivago, romanın ilk 180 sayfasını Özay Sunar, çevirisiyle Türkçe, son üçte iki bölümünü ise Bulgarca okudum. İtiraf etmeliyim ki romanın, Bulgarcası çok çok çok daha iyiydi, müthiş pasajlar vardı, tüylerimi diken eden sırf şiir olan pasajlardı. Böylesine, şiirsel üslupla yazılmış bir epik destan okuduğumu hatırlamıyorum. Bulgarca, Rusça diline yakın olduğu içi, aynı dil grubu ve benzer alfabe kullanıldığı için, romanı orijinal diline çok yakın okuduğumu sanıyorum. Zaman zaman her iki çeviriyi aynı anda okudum ve böylece kitap okur maceramda bir ilk daha yaşadım. Özay Sunar, sanırım kitabı doğrudan Rusçadan çevirmedi, tercümenin, tercümesi olduğu için, şiirsel üslup kaybolmuştu. Misal, on dördüncü ( 14 ) kısmın, on birinci ( 11 ) bölümün, ilk paragrafını öylesine güzel yazmış ki Pasternak, bir insanın iç dünyasını, doğa manzarasına kıyaslayarak, öylesine başarılı tasvir etmiş ki ben hayranlıkla ve birkaç kez üst üste okudum ve tüm o hüznü iliklerime kadar hissedebildim. Bir de aynı pasajın Türkçesini okuduğumda, tam bir hayal kırıklığı oldu, sadece çok çok kötü değil, mana olarak yanlış tercüme edilmiş.Bir kez daha, hem de uygulamalı, bazı çevirilerin, yazarlara ne kadar büyük haksızlık ettiğini gördüm.

Güzel bir kitap okumanın mutluluğunu yaşıyorum şu an ve kendim için bu notları alıyorum, çünkü zaman geçtikçe , eskide okuduğum kitaplar hakkında yazdıklarımı okumayı seviyorum.

Bu romanın okunması çok kolay olmasa da, cazibesi yadsınamaz. İşin sırrı galiba burada gizli, kolay okunan romanlar, aynı hızla ve kolaylıkla unutulur, oysa Doktor Jivago’nun bazı sahnelerini unutabileceğimi sanmıyorum.

25 Kasım 2015 Bursa

3 Haziran 2024 Pazartesi

SAHİLDE KAFKA

“ Ormandayken yağan yağmur, denizin üzerine yağan yağmur, otobanda yağan yağmur, kütüphanenin üzerine yağan yağmur, dünyanın öteki ucunda yağan yağmur…”

Uzakdoğu edebiyatını ve daha genel olarak, kültürünü, pek iyi tanımıyorum. Nedeni, doğduğum ve yaşadığım coğrafya, daha çok batı kültüründen etkilenmiş olduğu için. “ İnsan dediğin, elbette bir ölçüde doğduğu yerin bir ürünü oluyor. Düşünce tarzı, duyguları, yaşama şekli, sanırım coğrafi şekillerle, iklimlerle, rüzgarın yönüyle, bağlantı oluyor.” Bilmediğimden, uzakdoğu kültürü ilgi alanımda ve fırsat buldukça bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Sahilde Kafka bu anlamda bir adımdı, Haruki Murakami merak ettiğim ve okumak istediklerimin arasındaydı, fakat hangi kitabından başlayacağımı karar veremiyordum. Kitap hakkında düşüncelerimi yazmadan önce, neden bu romanı okumaya karar verdiğimi kısaca anlatmak istiyorum.

27 Mart 2016 tarihinde neredeyse on beş yılı aşkın görmediğim ilk iş yerimin çalışma arkadaşlarıyla buluştum. Heyecanlı bir buluşmaydı, geçen zaman içinde pek çok şey yaşanmış ve anlatılacak çok konu vardı, hepimiz birden konuştuğumuz ve birbirimizi dinleyemediğimiz anlar dahi oldu…Buluşma sonrasında, yedi kızdan oluşan grubumuz, telefonlar aracılıyla gündelik notlarla haberleşmeye devam ettik ve ediyoruz. Nisan ayın içinde , grupça, ortak bir kitap okumayı kararlaştırdık, herkes öneride bulundu ve grubumuzun kalbi Fulya çekiliş yaparak, grubun neşesi olan Müge’nin önermiş olduğu Sahilde Kafka kitabının kuradan çıktığını açıkladı. İşte bu yeni teknolojik gelişmeler sayesinde bazan böyle güzellikler yaşanabiliyor. Pek çoğumuz kitabı edindik, fakat devreden henüz iki kişi olduk, ben ve Fulya. Her kitabın okunması için doğru zaman olduğuna inanıyorum ve umuyorum ki grubumuzun diğer üyeleri de bu zaman geldiğinde kitabı okur ve bir araya geldiğimizde konuşacak ortak bir konumuz daha olmuş olur.

Sahilde Kafka romanını bir cümleyle özetlemem gerekiyorsa; Gizemli ve egzotik bir masal derim, tam olarak çözemediğim, fantastik unsurları taşıyan, karmaşık bir eser.

Kitabın ana teması, daha doğrusu benim anladığım tema; “İnsan kaderini değil, kader insanı seçer” yani, her insanın amacını yerine getirmesi için, bir kaderi var olduğunu anlatmak Son cümlemle, yazar- okur arasında çok özel bağ oluştuğunu ve farklı okurlarda, aynı metinler, değişik algılamalara neden olduğu gerçeği aklımdan geçti yine. Bu çok doğal gayet tabii ki, okuduklarımızı, kendi düşünce prizmamızla, yaşadıklarımızla, tecrübelerimizle ve hayat görüşümüzle bir şekilde harmanladığımız için.

Romanında , benim algıladığım ana düşünceyi, “ Çok küçük şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı...” okurlara aktarabilmek için Murakami iki karakter seçmiş, ilki on beş yaşında evini terk eden bir çocuk Tamura Kafka, diğeri ise pek çok yönde desteğe ihtiyacı olan zihinsel engeli olan, kedilerle sohbet edebilen ve gökten balık yağmuru yağdıran yaşlı bir adam Nakata. Her iki kahraman çok sıra dışıydı ve amaçlarını yerine getirmek için yaptıkları fiziksel ve metafiziksel yolculuklarını kitapla beraber takip ettim.

Aslında bu tür romanları, bu tür derken; mekanı, zamanı olmayan, belirgin bir hikayesi olmayan, metaforik romanları okumakta zorlanıyorum, fakat bu kitapta anlatılan tüm gerçek dışı olaylarını çok doğal hissettim. Murakami açıkça kitap boyunca metafordan bahsediyor ve bunun amacı, okuyucuyu geleneksel düşünce ve okuma yaklaşımlarından kurtarmak, ya da bende böyle bir izlenim oluştu. Kitabı okudukça tüm açıklanamaz şeyler, metaforlar, benzetmeler veya soyut kavramlar, yaşamın kendisinin gerçeküstü olduğunu düşündürttü bana.

Kitapta diğer hoşuma giden yön ise karakterler; Oşima, Albay Sanders, Saeki Hanım, Sakura, Hoşino,Sörfçü, iç ses Karga…Ben onları hayalimde canlandırabildim.

Hayalimde canlandırabildiğim kahramanları ve sahneleri olan romanları okumayı seviyorum. Kitapta anlatılan ormanı çok sevdim misal, âdeda Tamura Kafka ile birlikte geziniyormuşum gibi ve onun hissettiği heyecan ve korku dolu anları ben de hissedebildim. Komura kütüphanesi de hayalimde canlandı “ kimsenin olmadığı sabah saatlerinde, kütüphanenin o hali beni bir hayli etkiliyordu. Tüm sözcükler ve düşünceler sakin sakin dinleniyordu orada.” Ne kadar uzun zamandır bir kütüphanede kitap okumak için bulunmadığımı anımsadım bu sözlerle birlikte Tamura Kafka ise şöyle diyor;“ Kütüphane ikinci evim gibiydi. Hatta kütüphane benim gerçek evim gibiydi belki de.”

Saeki Hanımı hayalimde görebildim, elinde “kalın Mont Blanc dolmakalemi”, Oşima’yı da gördüm, kusursuz giyimiyle, gözlükleri, uzun siyah sacları, elinde her zaman yeni sivriltilmiş kurşun kalemini çevirirken…

Romanda pek çok şey, tamamlanmamış, bana göre tabii ki, sanki eksik kalmış olsa da okumaktan keyif aldım. Hayat da öyle değil midir, hep bir şeyler eksik ve tamamlanmamış kalacak…

Kitabın müziği mi ? Tabii ki Beethoven - Arşidük Üçlüsü , daha önce hiç dinlememiştim, klasik müziğe çok çok fazla ilgim olmasına rağmen.

Haruki Murakami bir daha okur muyum bilemiyorum, sanki okumam gibi geliyor şu anda, yine de onu tanımak güzeldi, hayal gücüne hayran kaldığımı söyleyemeden noktalayamıyorum bu kitap incelememi, ben de Yazara katılıyorum “ hayal gücünden eksik insanlar, boş insanlar” oldukları konusunda. Murakami’nin bu tavsiyesini sevdim, benimsedim ve satırlarımı okuyanlarla paylaşıyorum ; “Kendine güven. Soluklarını düzenle, kafanı düzgün çalıştır. Bunu yapabilirsen sorun kalmaz. Ama çok temkinli olmalısın.”

28 Ağustos 2016 Bursa