23 Aralık 2024 Pazartesi

MORGUE SOKAĞI CİNAYETİ

"Achilles kadınların arasına saklandığı zaman hangi adı takınmış?"

Sir Thomas Browne’nun şaşırtıcı soruları var kitabın ön sözünde. Elime aldığım her kitapla birlikte bilmediğim, sürprizlerle dolu bir maceraya çıktığım için; ön söz, ithaf, arka kapak, yazarla ilgili biyografik not, ilk satır beni yakalayabilmesini çok istiyorum. MORGUE SOKAĞI CİNAYETİ kitap önerisi, bir okursever tanıdığımdan geldi, tam bir yıl başı hediyesi gibi…Kitap ön sözüyle ve ilk paragrafıyla ilgimi çekmeye başardı bile... Yazarın, satranç, dama, briç hakkındaki acıkmalarını çok sevdim. Hepsini iyi bilirim ve hepsiyle ilgili pek çok anılarım var. Dama hatırladığım ilk oyun misal, yarım asır öncesine dayalı, annem hemen bir kartona çizerdi damanın hatlarını, dokuz adet beyaz fasulye, dokuz adet barbunya taneleriyle oynamaya hazırdık…Soba, kar, kış, tatil, patlamış mısır ve dama…Hafızam bunları beraber getiriyor. Tabii o zamanlar televizyon yok, internet yok, günümüzün hiçbir imkanı yoktu, ama her şey çok güzeldi , belki çocukluk anıları olduğu için şu an öyle geliyor…

Edgar Alan Poe eserlerinden okumamış olmam hep bir kayıp gibi gelirdi, fakat nedensiz okumaya çekindiğim bir Yazardı. Hani hem okumaya çekiniyorum, hem de gizlice ilgi duyuyorum, öyle bir şey…Tavsiye de gelince, kıvılcım etkisiyle, hemen kitabı edinip okumaya koyuldum…

Okuduğum her kitap, istisnasız, hoşuma gitse de, gitmese de, elime aldıysam şayet, devam edemesem de, mutlaka yazarı hakkında bilgi edinirim. Yazdıklarımda paylaşmışımdır mutlaka, hayatımız boyunca kesiştiğimiz( sohbet ettiğimiz, bir şeyler paylaştığımız kastım ) kişi sayısı sınırlı olduğu, elbette ki insanların yapısı, işi gereği vb. için bu sayı farklılıklar gösterebilir, fakat bu gün için dünyada yedi (7 ) milyarı aşmış bir nüfustan söz ediyorsak, bahsettiğim kesişmenin ortalaması alınsa bile, bana göre oldukça sınırlı…Ben, okuduğum her yazarın yolumun kesiştiği insanlardan sayıyorum ve öyle hissediyorum, çünkü onu kendimce anlamaya çalışıyorum ve onun yarattığı dünyada, sözcüklerin aracılıyla sadece ikimizin arasında oluşan bir bağdan söz ediyorum… Aynı metinden , her okur farklı şeyler algılayabilir ve bu gayet doğal, çünkü hepimiz farklı yaşıyor ve algılıyoruz bu hayatı… Edgar Alan Poe kısacık hayatı hakkında öğrendiklerimin sayesinde ağzım açık kaldı…

Aktris Elizabeth Arnold Hopkins Poe ile aktör David Poe Jr.'ın ikinci çocuğu olarak 19 Ocak 1809'da Boston'da doğdu. William Henry Leonard Poe adında bir ağabeyi ile Rosalie Poe adında bir kız kardeşi vardır.Büyükbabası David Poe Sr. 1750 yılı civarında İrlanda'dan göç etmiştir. Edgar'ın adı, ebeveyninin 1809'da birlikte oynadığı William Shakespeare'in Kral Lear oyununun karakterlerinden birinden gelmiş olabilir.Babası aileyi 1810 yılında terk etti,annesi de bir yıl sonra veremden öldü. Tütün, kumaş, buğday, mezar taşının yanı sıra köle ticareti de yapan ve Richmond, Virginia'da yaşayan İskoç kökenli John Allan, Edgar'ı evine aldı.Allan ailesi resmî olarak Poe'yu evlat edinmemişler ama "Edgar Allan Poe" adını onlar vermişlerdir. Bu bilgileri internetten edindim, daha ilginç kısımları merak edenler bulup okusunlar.

Bu uzun hikâyeyi bir cümleyle özetlemem gerekiyorsa i; eğlenceli bir cinayet gizemi, derim. Tabii hiçbir cinayet eğlenceli olamaz, ama ben cinayet gizeminden söz ediyorum, yanlış anlaşılmasın. Poe'nun mantık ve detay gözlemeleri ve analizleri şaşırtıcıydı doğrusu.

Pencerelerde neden çiviler var? Ve neden bir çivinin yayı olsun? Dil engelleri mi? Bacada ters duran ölü bir kadın mı? Sorular zihnimde dolaşırken, gizem aydınlanıyor…

Şunu da belirtmek istiyorum, okuma maceram çok kısa sürdü, anlatıcı ve Dupin hakkında daha çok şey öğrenmek isterdim… Tanışmalarını şöyle anlatılıyor ; ” İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı'ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu; ikimiz de aynı kitabı arıyorduk ” Kitapevinde tanışma sahnesi pek çok kitapta ve filmde konu ediliyor, ben de seviyorum bu detayı… Edgar Alan Poe yaşadığı 1809-1849 yılları göz önünde bulundurursak öncüsü sayılabilir. İlk aklıma gelen Para romanı, benim çok sevdiğim, kitap evinde, müthiş tanışma sahnesi var misal…

Polisiye kitapları hakkında yazınca, olur da okumayan birisi kazara yazdıklarımı tesadüf edip okursa şayet, ipucu vermek istemediğim için, temkinli yazmaya gayret ediyorum ve son sözle kocaman tebessüm ediyorum, kitap günlüğümü oluşturmak çok keyifli ve eğlenceli, ayrıca plasebo etkisi taşımaktadır.

Neden 'Morgue Sokağı Cinayeti” polisiyenin ilki sayıldığını, okuyunca anladım. Hikaye kısacık ama çok dolu…Okumaktan çok keyif aldığımı söyleyebilirim…2019 yılının son kitabı Yeni yılın gelmesiyle bir ilgisi var mı bilmiyorum, fakat okurken şöyle bir düşünce geçti aklımdan ve yakalanmış düşünceye ( pek çoğunu yakalayamıyorum çünkü ) burada yer veriyorum; Hikayede, Noel Baba’nın tam tersi, bacada, başı aşağıda üstelik ölü bir kadın var … Tam bu zıtlık tesadüf mü düşünürken, yıllar evvel gülsem mi ağlasam mı diye bir “soruşturma” haberi düştü dimağıma, ismini hatırlayamadığım bir müftümüz ” Noel Baba bacadan giriyor. Ama doğru dürüst birisi olsa kapıdan girerdi.” dediğini anımsadım…

Yoruma açık bir söz değil, sadece aklımdan geçen ve yakaladığım bir düşünceydi… Benim yetiştiğim ve büyüdüğüm coğrafyada ki coğrafya kaderdir, Buz Dede vardı, onun ismi burada Noel Baba olduğunu öğrendim burada yaşamaya başlayınca…Buz Dede, benim ilk kahramanlarımdan, bana istediğim hediyeyi bulup getirendi çünkü ve ilk büyük hayal kırıklığım;” Seni kandırıyorlar, öyle birisi yok” demişti ablam ve ben çok ama çok üzüldüğümü, ağladığımı çok net hatırlıyorum…

Edgar Alan Poe tekrar okumak istiyorum…

Çok yavan bitti bu inceleme. Hiç olmazsa etkilendiğim bir alıntıyla noktalayım “Çözümleme gücü, bildiğimiz beceriklilikle karıştırılmamalıdır; gerçi çözümleyici ister istemez becerikli bir kimsedir, ama becerikli kimselerin hepsi çözümleme yapamazlar. Gerçekten, becerikli kimseler kafası hep hayallerle dolup taşan kimselerdir; yaratma gücü olanlar ise birer çözümleyiciden başka bir şey değillerdir.”

24 Aralık 2019 Bursa

24 Temmuz 2024 Çarşamba

TEHLİKELİ MASALLAR

Tehlikeli Masallar, Ahmet Altan’dan okuduğum dördüncü roman. Sırasıyla, Aldatmak, Kılıç Yarası Gibi ve Son Oyun romanlarını okudum ve beğeni grafiğim, yükselen yönde, aynı sırayı takip etti. Tamamen tesadüf sonucu, Türkçe dilinde okuduğum ilk Türk Yazar Ahmet Altan oldu. ( Daha önce Bulgarca dilinde tercümelerini okuduğum Yazarlar; Reşat Nuri Gültekin’i, Sabahattin Ali’yi, Aziz Nesin’i tanıyordum, fakat orijinallerini okuyamamıştım.) Ahmet Altan’ın akıcı dili, hikaye örgüsü ve özellikle kadın betimlemeleri beni tesiri altına aldığını inkar edemiyorum. Türkçe dilinde kitap okuyamama korkumu, Aldatmak romanı ile aştığım bir gerçek ve bu yüzden Ahmet Altan’ın bende yeri farklı. İlkler hakikaten iz bırakıyorlar, hâlâ, hatırlıyorum iç sesimin tezahüratlarını; Okuyabiliyorum, Türkçe okuyabiliyorum, keyif alarak, anlayarak okuyabiliyorum!

Kitap okumak istediğim halde, dile hakim olmadığımdan, okuyamamanın ıstırabını, yaşamayan bilemez.

Ahmet Altan’ın üslubunda beni cezbeden bir şeyler var, bu yüzden kitap okur maceralarımda, zaman zaman onunla buluşmayı seviyorum, yine de kendimi, Yazarın hayranı olarak değerlendirmiyorum. Tehlikeli Masallar’ı 7 Şubat 2015 tarihinde okumaya başladım ve 31 Mayıs 2015 tarihinde devrettim. Romanı sadece Bursa – İstanbul yolculuklarım arasında okudum. Bir parçam İstanbul’da yaşadığından,(büyük oğlum orada üniverisite okuduğundan) kendimi az biraz İstanbullu sayıyor oldum 2013 yılından bu yana... Kocaman gülümsedim, son satırımla birlikte. Dört ay içinde bir romanı tamamen yolda bitirdiğime göre, epeyce sık gidiyor olmuşum… Özellikle mayısın son haftası, aynı hafta içinde , iki kez üst üstte İstanbul’daydım, Hadımköy İstanbul sayabilirsek tabii… Gülüyorum. Hadımköy, Pelikan Hill projesinde iş aldık ve artık sadece gezi amaçlı değil, iş nedeniyle de İstanbulludayız. Açık söylemem gerekiyorsa, gözüm korkmadı değil, İstanbul’da yaşamak kabus gibi…

Şimdi, birisi bu incelemeyi okumayı kalksa, yazdıklarım hakkımda ne düşünür bilemem tabii, yine de, Ona, küçük açıklama borçlu olduğumu hissettim. Ben öncelikle kendim için yazıyorum ve son yıllarda teknolojik gelişmelerin verdiği imkanlarla, kitap günlüğümü, sanal okurlarıyla paylaşıyor oldum. Okuduğu kitaplar hakkında düşüncelerimi yazarken, kısacık, kitabı okuduğum anlarda yaşadıklarıma da değiniyorum. Hem doğru Türkçe yazma egzersizleri yapıyorum, ki iş yerimdeki yazışmalarıma çok faydası oluyor, hem okuduklarım hakkında notlar almış oluyorum, hem hayatıma değişik renk katmış oluyorum ve bu rengi çok sevdiğimden, keyif almış oluyorum… Birden, Ahmet Altan’ın romanında küçük yazar – çocuğu hatırladım… Yaşıtlarıyla oyun oynamak yerine, hiç arkadaşı olmayan ve geleceği yazmaya çalışan çocuğu… İnsanları yazmaya iten nedenlerden birisi , yalnızlık mı ? sorusu geçti aklımdan.

Roman içinde roman, yalnızlık ve aşk hakkında okuduğum güzel kitaplardan birisiydi Tehlikeli Masallar. Aşk ile yalnızlık arasında kalan, nilüfer çiçeğine benzeyen, yazar kahramanımızın hikâyesi. Çok etkileyici pasajlar vardı romanda, duru, temiz, anlaşılır Türkçesiyle, bu sefer Ahmet Altan bana okuma şöleni yaşatabildi ve İstanbul trafiğini çekilebilir kıldı. Bir yerde okumuştum ki; trafikte asla okunamayan kitaplar vardır, ben bu düşünceye katılıyorum. Bazı romanlar vardır misal, trafikte okumaya kıyamazdım, fakat Tehlikeli Masallar hem boyut, hem konu olarak bana çok güzel dakikalar yaşattı.

Ahmet Altan, kadınları çok güzel anlatıyor…Bir kadının nasıl makyaj yaptığını yazmış ve ben gözlerimi fal taşı gibi açarak okudum…Pes doğrusu, ben kendim yaptığım makyajı bu kadar güzel anlatamazdım! Bu nasıl olur! Kadın ruhunu, kadınlardan bile daha güzel anlatan bir adam… Biz kadınlar, insanoğlunun, çok daha renkli olan yarısıyız, ben kadın kahramanı olmadığı filmleri izlemekten hoşlanmadığım gibi kitapları da okumaktan sıkılırım…Yine de kadınlarla pek anlaşamam. Gülüyorum…

Ahmet Altan, tam dört kadını anlatmış; Zübeyde, Sevda, Berrin ve adı kimi Eylül, kimi Prenses olan, para karşılığı bedenini satan kadını…Her birini, ayrı ayrı çok güzel anlatabilmiş. Ahmet Altan’ın gözlem yeteneğine hayran kaldım.

Okuduğum tüm yazarların, özel hayatlarını merak ederim. İstisnalar hep vardır ve Ahmet Altan benim için bu konuda bir istisna…Hiç okumadım özel hayatını, okusam, kitaplarını okuyamazdım gibi geliyor. Köşe yazılarını da hiç okumadım. Hayatında çok mu kadın vardırdı ki bu kadar iyi tanıyabilmiş onları?! Ya da hayatında çok sevdiği bir kadın vardı o kadar çok sevdi ki onun ruhunun derinlerine kadar tanıdı…Ya da sadece hayalindeki kadını anlattı, aradığı ve gerçekte hiç bulamadığı…Bilmiyorum.

Romanda serpiştirilmiş masallar vardı, bir tanesini Yılan Prens olanı hiç duymamıştım, ya da unutmuştum, çok güzeldi. Hakikaten her birimizin üstünde kırk gömlek vardır ve birbirimizi tanıdıkça, gömlekler birer birer azalır, soyundukça karşımıza ya prens/prenses ya da yılan çıkar…

2 Haziran 2015- Bursa

27 Haziran 2024 Perşembe

TÜNEL FARELERİ

18 Kasım 2015 tarihinde , Yanlış Numara roman hakkında düşüncelerimi yazdıktan sonra bu notu düşmüşüm kendime ; “Umarım tekrar Michael Connelly ile başka bir kitap okur macerasında buluşurum, Harry Bosch'u merak etmedim desem yalan olur.”

Kitap araştırma süreci benim için çok heyecanlıdır, bir kitabın peşine sürüklenebilmekten müthiş haz alıyorum, o yüzden tanımadığım kitaplar hakkında yorumlar okumayı seviyorum. Ve bazan bu yorumlardan yola çıkarak, çok sık olduğunu söyleyemem, beni, bir kitap veya yazar cezp edebiliyor ve ben düşüyorum onun peşine. Bu sürüklemenin şiddetleri var elbette, gülüyorum… O sürükleyişin nedenini tam bilmiyorum, aşk gibi sanırım…Hayal kırıklığı yaşamışlıklarım da var tabii, hem de çoğunlukta, fakat yeni bir kitapla buluşmayı, elime almayı, varsa ön sözü ya da yazarla ilgili bilgiyi, ilk cümlesini okumayı seviyorum ve böyle anlarımı çoğaltmaya çalışıyorum.

Michael Connelly’yi bir kitap okur sitesi sayesinde tanıdım ve Kasım 2015 yılında ilk romanını okudum, yani Yazarla tanışmış oldum. İlk tanışma önemli, gülüyorum , ben bu kitap günlüğümün sayfalarını yazarken çok eğleniyorum, çünkü bazan bu ilk buluşmadan sonra, elim bir daha o yazara hiç gitmiyor, bazan ise ikinci şans tanıyabiliyorum, bu durum o anki ruh hallerime göre değişiyor. Bir insanı ilah gibi görmek benim sinirime dokunuyor, çok iyi şarkı söyleyebilir, çok iyi yazar olabilir, çok iyi siyasetçi olabilir, daha akıllı, daha güzel olabilir, daha üstün yeteneklere sahip olabilir, fakat sonuçta bir insandır ve ben hiçbir insan başka bir insanı küçümsemesine tahammül edemiyorum, sevmek veya sevmemek başka bir şey, onu küçük görmek başka, belki ben sıradan birisi olduğum için böyle düşünüyorum, bilmiyorum…Ah bu sözler de nereden çıktı, sanırım kendimde, bazı yazarlara, ikinci şans tanıma cüreti bulduğumdan.



Michael Connelly’i ilk buluşmamızda sevmiştim ve onun yarattığı Harry Bosch kahramanı tanımak istediğimden söz etmişim, çünkü Yazarı araştırırken bu roman kahramanın ismine rastlamıştım. Bu ilk karşılaşma için roman seçmeye sıra gelince tam bir karmaşa içinde buldum kendimi, serinin kitaplarındaki yayımlama sırasında sorun vardı. Uzun çabalar sonucunda, gülüyorum, söz konusu serinin ilk kitabı TUNEL FARELERİ olduğunu öğrendim ve oradan başlamam gerektiğine karar verdim, yoksa romanın adı pek hoş gelmemişti. Yeri gelmişken küçük bir bilgiyi paylaşmak istiyorum, öğrendiklerime göre bu seri on dokuz ( 19 ) kitaptan oluşuyor ve yanılmıyorsam ülkemizde ikisi hariç diğerleri tercüme edilmiştir. Tünel Fareleri 1992 yılında yayımlanmış ve yanlış öğrenmediysem, Yazarın ilk romanıdır, ayrıca bu romanıyla Edgar Ödülü’nü kazanmıştır.

Tünel Fareler’ni devredeli aylar geçti, fakat bir türlü vakit ayırıp kitap hakkında yazamadım. Aradan zaman geçince kitap hakkında düşüncelerimi toparlamak bir taraftan zorlaşsa da, bir taraftan bazı ayrıntıları anımsamak güzel olabiliyor… Hieronymus Bosch’la (Harry Bosch)tanışmak ilginçti, bu kahramanı sevebileceğimi hissetmiştim ve yanılmadım. Kahramanı tanımakla kalmadım, aynı ismi taşıyan on beşinci yüzyıla ait Hollandalı bir Ressamla da yolum kesişmiş oldu roman sayesinde ve daha önce hiç duymadığım ve görmediğim bir tabloyu nette incelemiş oldum. Üç ayrı parça halinde 2,2 m x 3,89 m boyutlarında Zevk Bahçesi adındaki bu dev tablo 1939'dan beri Madrid'deki Prado Müzesi'nde bulunduğunu öğrendim. Artık Madrid’de bir hedefim var diyorum ve gülüyorum… Kitap okurken böyle küçük keşifler yapmaya bayılıyorum ve bu yüzden Michael Connelly’yi kutluyorum.

Sadece bunun için kutlamıyorum gayet tabii, çok katmanlı karakterler yaratma becerisi için ve onları inandırıcı bireyler olarak geliştirebildiği için, gerçekçi diyaloglar yazabildiği için, sağlam bir kurgu oluşturduğu için, gizemli ve karmaşık bir suç üzerine kurduğu hikayesi için, Hollywood ve Beverly Hills'i harika anlatabildiği için, Vietnam Savaşı ve "tünel fareleri" hakkında arka plan bilgisi verdiği için ve bana nostaljik anlar yaşattığı için...

Hikaye, Vietnam'daki savaş zamanında Bosch'un biriminde olan bir askerin, yıllar sonra ölü bulunmasıyla başlıyor. Bu ölüm vakası kısa zaman önce çözülmemiş, çetrefilli bir banka soygunu ile bağlantılı olabileceği anlaşılır. Bosch’a soruşturmalarında yardımcı olmak üzere , FBI tarafından, sert, esrarengiz ve tabii ki güzel ajan Eleanor Wish görevlendirilir. Yavaş yavaş bağlantılar açığa çıkar ve sonunda tüm gizem ve iç içe girmiş suçlar çözülür. Küçük ip uçlarını, her ayrıntıyı ve şüpheli anları neredeyse mükemmel işleyebilmiş Connelly ve türü için son derece güzel bir roman çıkmış ortaya, bana göre. Kitap bana nostaljik anları, ankesörlü telefonların, daktiloların hatırlatmasıyla yaşattı, roman ilk olarak 1992 yılında yayımlandığından, günümüze kadar teknolojinin nasıl hızla geliştiğini bir kez daha çarpıcı şekilde hatırlatmış oldu.

Burası benim kitap günlüğüm, fakat sadece okuduklarımın bana neler düşündürdüğünü veya hissettirdiğini hakkında yazmak istemiyorum, kısaca o kitabın bana eşlik ettiği dönemde yaşadıklarımı da kendim için not etmek istiyorum. Bundan sonrasını, sadece kitap hakkında bilgi edinmek isteyenler okumayabilirler, gülüyorum…Mesela kitabın bana hatırlattığı müzik The Cigarette Duet – Princess Chelsea, ya da tam tersi bu şarkıyı radyoda ( veya başka bir yerde ) dinlediğimde, romanın kahramanları canlanıyor dimağımda.Bu şarkıyı, kitabın sayfaları içinde not etmişim, not etmeseymişim unuturdum ve şu an bu satırları yazarken yine bu şarkıyı dinliyorum…

Okuduğum kitapları yanımdan ayırmadığım için o an yaşadıklarımın sessiz şahitleridir. Çocukluğumdan bu yana, okuma yazmayı söktüğümden bu yana daha doğrusu, hep çok oluşturmak istediğim günlük, okuduğum kitapların arasında gizli, gülüyorum, günlüğüm küçük hatırlatmalardan ibaret ve bu incelemeler, sayesinde gün yüzü buluyorlar : ) Tünel Fareleri, otuz (30 yıl ) hiç görmediğim üniversite arkadaşlarımla buluştuğumda yanımda olan kitaptı. Sayfaların içinden tam tarihi hatırlamış oldum, 3 Haziran 2017, Bulgaristan, Filibe’de gerçekleşti toplantımız, Dünyanın her bir yanına serpilmiş olan bizler, gelişen teknoloji sayesinde buluşmayı gerçekleştirebildik. Facebook’ta kurduğumuz grup yardımıyla, Avustralya’dan Beti, Kanada’dan Mitko, Almanya’dan Nayden, İngiltere’den Petar, Türkiye’den ben ve tabii ki Bulgaristan’da kalan arkadaşlar, yaklaşık 30 kişi müthiş bir organizasyonla buluşmayı başarabildik. Bazı arkadaşlarımı tanımakta zorluk çektim, ama gözler var ya, gözler yine bir süre sonra ip ucu verebiliyor…Çok eğlendik, çok güzel bir geceydi, hiç uyumadak, anlatılacak o kadar çok şey vardı ki…İnsanlar yaş aldıkça daha mı iyi oluyorlar ne, düşüncesi sısk sık geşti aklımdan, otuz yıl öncesini ile kıyaslayınca…

Harry Bosch’la bir daha buluşur muyum bilmiyorum, pek sanmıyorumi, yine de kısmet diyorum ve onun bir sözüyle bu uzun güncemi noktalıyorum. ” Bazan insanlar,olaylar ve gözle görünmeyen güçler, bir şekilde birbirlerini bulur. Ben buna inanıyorum.”

Hamiş: Harry Bosch’un çok sevdiği ve kendini adeta içinde gördüğü tablo, Edward Hopper’in, Gece Şahinleri.

Sonny Rollins, Frank Morgan ve Branford Marsalis , kahramanımızın en çok sevdiği saksafon ustaları, bir gün dinlerim diye buraya not düşüyorum... Küçük oğluşum tam bir jazz tutkunu, piyanosunda icra ediyor aynı zamanda, ben de belki severim bir gün…

8 Ekim 2017 Bursa

11 Haziran 2024 Salı

YABANCI

Yabancı, uzun zamandır okumak istediğim romanlar listemde yer almaktaydı. Merak ettiğim, fakat anlamakta zorluk çekeceğim bir kitap olabileceğini, söylüyordu iç sesim. Albert Camus ismini çok duymuş, oysa Yazarın eserleri hakkında fikrim olmaması, bir edebiyat sever olarak, beni rahatsız ediyordu. Velhasılıkelam Yabancı’ yı 2 Ekim 2014 tarihinde okumaya başladım. Elimdeki nüsha, 1984 yıl baskısı, Can Yayınları, çevirisi ise Vedat Günyol’a ait. Kitabın birinci bölümü devrettim, fakat okumaya devam edip edemeyeceğim konusunda kararsız kaldım. Önümüzde Kurban bayramı vardı ve maaile geçireceğim küçük tatilde bu kitabı yanıma almak istemedim, nedensiz…Belki daha sonra okumaya devam ederim, dedim kendi kendime ve kitabı kitaplığıma kaldırdım.

Tatilde, yanıma Milyarder romanını aldım ve 3 Ekim 2014 tarihinde okumaya başladım. Tesadüf bu ya kitap başka bir Fransız Yazara aitti, Michel de Saint Pierre. Daha sonra fark ettim ki Albert Camus ve Michel de Saint Pierre hemen hemen aynı dönemde yaşamışlar. Albert Camus 7 Kasım 1913, Michel de Saint Pierre ise 12 Şubat 1916 yılında dünya gelmiş iki Fransız.. “Coğrafya kaderdir”, demişti İbni Haldun. Bu sözlerin gerçekliğini her zaman hissetmişimdir… Camus, Cezayir’de maddi imkanları kısıtlı olan bir ailede doğmuş, annesi İspanyol, babası Fransız, Michel de Saint Pierre ise soylu bir Fransız ailesinde doğmuş.

Velhasılıkelam, Milyarder romanını okumaya başladım ve bu roman benim en çok sevdiğim tür roman tarzıdır, kurgu dahi olsa, olaylar sanki gerçekmiş gibi gelişiyor. Yine de Yabancı’nın birinci bölümü aklımın bir köşesinde kalmıştı, Camus beni etkilemeyi başarmıştı. Milyarder’ in 142 sayfasında şöyle bir pasaj okudum; “Ananaslı ördekten önce, bir levrek ızgarası hiç de fena olmaz gibime geliyor. Yanında da bir şişe Meursault…” Bir şişe şarap, Meursault şarabı…Yabancı’nın kahramanı Meursault değil miydi?! Yanılmış olduğumu sandım bir an için, kontrol etmek için, Yabancı romanı yanımda değildi…Meursault nasıl okunur? Mörso mü ! Şu Fransız dili hep beni şaşırtmıştır…İnkar edemiyorum, bu dili hiç bilmediğim halde, tınısını seviyorum…Türkçe bilmediği birisi, dilimizin tınısı hakkında ne düşünür, merak ettim birden. 1989 yılında Türkiye’ye göç geldiğimde hemen hemen hiç Türkçe bilmiyordum, televizyonda konuşmaları anlayamıyordum, fakat Türkçenin tınısı çok, ama çok hoşuma gidiyordu, öylesine yumuşak ve melodik…Bir gün ben de konuşabilecek miyim, diye hayıflanıyordum.Ama ben bir Türküm ve tarafsız olamadığım gibi, belki bu hissettiklerim, gerçeği yansıtmıyordur, bilmiyorum. İnsan, sevdiğini güzel bulur. Benim merak ettiğim, bir yabancının, Türk dilini nasıl bulduğuydu.Sanki birisi, komik tınısı olduğunu söylemişti.

Saptırdım konuyu, Yabancı romanın kahramanı ile Fransa’da şarap üretilen bir bölgeyle aynı isim olduğunu öğrendim ve ossaat bu aslında bir soy ad olduğunun farkına vardım. Ön ismi var mıydı ki Meursault’un? Yoktu sanki…

Yabancı, çok ilginç bir romandı.Bende o kadar çok soru işareti bıraktı ki; Tutkusu olmayan bir insanın hali bu mudur ? Aslında, hep deriz hayatta hiçbir şey ciddiye alınmamalı diye, Meursault gibi mi ? Bir insanın, sahilde, öylesine hayattan koparmak bu kadar kolay mı? Ya da bir Arabın zaten hayatının bir önemi yok mu? Camus, öldürülen kişinin neden bir Arap olduğunu seçmiş? Yargılanan Meursault, zaten öldürdüğü için değil, ölen annesine karşı tutmadığı yas için asıl yargılanmıştı…Yas nasıl tutulmalıydı? İnsan acısını içinde yaşayamaz mı? İlla birileri bu acısına şahit mi olmalı ? Meursault, işindeki yükselmeyi neden kabul etmedi? Paris'e gitmeyi neden reddetti? Toplumun kabul ettiği kurallara baş kaldırı daima giyotine mi götürür? Meursault aslında öldürmeye niyeti yoktu, kendini korumak için mi öldürmüştü? Arabın elinde bıçak vardı…Neden kendini savunmadı? Savunmaya gerek mi duymadı? Sonuçta herkesi, bir şekilde ölüm beklemiyor mu ? Sevmediği bir kadınla neden evlenmeyi kabul etti? Birisine âşık olabilir miydi? Ve pek çok soru daha...

Romanın son bölümünden çok etkilendim. Yorumlaması zor, okumak gerek…

Okuduğum tercüme oldukça başarılıydı, yine de bu romanın, özellikle son bölümlerini Fransızca okuyabilmeyi isterdim.

Albert Kamus, Cezayir’de doğmuş olması, bir sömürge ülkesinde doğmuş olması, hem Fransız, hem Arap kültürünü çok yakından tanımış olması, Arapların kendi topraklarında yaşadıklarına bizzat şahit olmuş olması, sanırım hayat felsefesini oluşturmakta önemli rol almıştır. Yazarın kısa biyografik bilgilerine baktığımda bu cümleye takıldım ; Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı.

İyi ki okudum bu romanı.

31 Ekim 2014

Bursa

7 Haziran 2024 Cuma

TANIMADIĞIM TANIDIK FÜRUZAN

Geçtiğimiz hafta sonu ( Pazar 12 Ocak 2009 ) minicik bir kitap okudum, sadece 80 (seksen ) sayfa - HARAÇ. Bir kadın olarak etkilenmemem mümkün değildi. Ara sıra, âdeta kendi düşüncelerimi, sayfaların içinde okudum…Tuhaf bir duyguydu, hiç tanımadığım Füruzan’ı tanıyormuşum gibi hissetim.

Haraç, hikâye mi, uzun öykü mü, roman mı tam olarak karar veremedim. Olağanüstü yalın ve duru bir dilde yazılmıştı fakat. Sanki dün yazılmış bir kitap gibi geldi, uzun yıllar önce kaleme alınmasına rağmen. Okurken, aralarda durdum ve geriye dönüp tekrar tekrar okudum, hoşuma giden satırları. Yazarı heyecanlandıran konular o kadar sahici, olaylar o kadar gerçekti ki… Haksızlıklara tahammülü olmayan ve bu isyanını açık ve net bir şekilde, cesaretle, sözcüklerin sihirli gücü ile okurlarıyla paylaşmış Füruzan. Ben hayranlıkla okudum.

Şu an bu satırları yazarken, biraz duruyorum, kitabı elime alıyorum ve 78. sayfasını açıyorum, tekrar okuyorum ve yazıyorum: “ Bir şey iste deselerdi, hani var ya o masallardaki gibi, periler cinler çıkıp dilek sorduklarında okumayı yazmayı sökeyim isterdim. Oğluma iki satırcık yollamak için”

Okuyamamanın, harflerin tanıyamamanın buruk acısı, beni çok derinden etkiledi.

Sıra dışı kadın duyarlılığı ile, sadece seksen sayfaya sığdırılmış, bir başka kadının Servet’in hayatına dokunmuş Füruzan ve ben içim buruk ve çaresiz tanık oldum.

Edebiyat eleştirmeni değilim, ve öyle birinin gözü ile görüş bildirmem mümkün değildir elbette, fakat sıradan birisi olarak kitabı çok beğendiğimi ve hafızamda kalıcı yer edindiğini söylemeliyim.

Kitabı, bir okurun yorumunda görmüştüm ve haklı isyanı ,Yazarımızla yolumun kesişmesine neden oldu; “Acaba biz Türkler kendi değerlerimizi birbirimize anlatmayı beceremiyor muyuz? Yoksa beceriyoruz da...Bir övgü yapılacaksa, yapılması gerekiyorsa bu övgüyü gerektiği kadar duygulu, gerektiği kadar heyecanlı yapamıyor muyuz? Buyrun, işte Füruzan'ın Haraç adlı hikâyesi... Niçin birileri bana şimdiye kadar, ' Füruzan'ın HARAÇ adlı öyküsünü okudun mu? ' diye sormadı? Niçin Füruzan'ın adı hiç geçmedi? Füruzan'ın öyküsü 'çok güzel öyküler' arasında gösterilemez mi? Bunu kim yapacak? Kim Haraç'ı en güzel öyküler arasına alacak? Galiba bunu biz yapacağız...kitap okuyanlar, bir şeyler yazmaya çalışanlar yapacak! “

Haraç, güncelliğini kaybetmemiş bir öykü. Sezen Aksu imzalı çok çok güzel ve anlamlı olan şarkısı “ Kardelen”, fonunda devrettim bu kısacık hikâyeyi. Aklımın bir köşesinde sürekli bu şarkı çalıyordu…

Doğuda nice nice Servetler var hâlâ…

Kitap, tekrarlamak istiyorum, sıra dışı kadın duyarlılığı ile yazılmış. Kadınların, bazen yaşamak zorunda kaldıkları korkunç haksızlıkların isyanıdır bu minicik kitap.

Ulu Önderimiz Atatürk sözlerini hatırlıyorum : “Bir zamanlar gelir beni unutmak, unutturmak isteyen gayretler belirebilir, fikirlerimi inkâr edenler, beni yerenler çıkabilir. Hatta benim yakın bildiğim kimseler arasından bile olabilir. Ama ektiğimiz tohumlar o kadar canlıdır ki, bu fikirler döner dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur.”

Nasıl da öngörmüş !

Ama ben Çağdaş Türk Kadınına güvenmek istiyorum ve burada, Önderimizin sözlerine yine ihtiyaç duyuyorum “şuna kani olmak lazımdır ki, dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir”

Füruzan’ın güzel öyküsü, sözü geçen ekilen tohumlardan yeşermiş bir filizdir. Benim ülkemde Füruzan gibi Yazarlar olduğundan gurur duydum.


Okuyun ve okutun lütfen, güzel ülkemizde, Servetler hiç olmasın…

Efendiler, siz de okuyun lütfen, sizin için de çok anlamlı mesajlar var…

14 Ocak 2009 Bursa

4 Haziran 2024 Salı

DOKTOR JİVAGO

Bir yerde okumuştum ki dünyada en çok okunan Rus yazarlarıymış. Bu bilginin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum, fakat benim kitap okur maceramda en çok Rus yazarları yer almaktadır. Dünya edebiyatının temel direklerinden birini oluşturan, insanlığın ruhunu yıllarca besleyen Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin, Lermontov, Çehov, Gogol, Gorki,Turgenyev, Şolohov, Mayakovski , Ostrovski, Gonçarov ve sayamadığım pek çok isim, kitap sever çevrelerinde iyi tanınmakta ve saygın yer almaktadır.

Doğduğum ve öğrenim gördüğüm Bulgaristan, o zamanın Rus sömürgesi bir ülke oluşu itibariyle, biraz önce saydığım yazarların eserlerini okullarda mecburi okuttururlardı ve bu münasebetle ben eserlerin bir kısmını orijinal dilde okuduğum gibi, pek çoğunu yakinen tanıyorum. ( Bu arada yakinen, yakından değil, kesin ,iyice anlamını taşıyor. )

Boris Pasternak ismini Bulgaristan’da hiç duymadım, ismi, Türkiye’de yaşamaya başladıktan sonra tanıdım. 1958 yılında ,Yazar, Nobel ödülüne layık görülmüş, ancak Sovyetler Birliği hükümetinin baskısı altında bu ödülü reddetmek zorunda kalmıştır. Demirperdede yaşadığım dönemde ( 1964 – 1989 ),Yazarın eserleri sansürlenmiş olduğundan hiç karşılaşmadım. Tarih ne kadar ilginç, E. M. Karakurt’un sözleri geliyor aklıma; "Tarihin bir tekerrürden ibaret olduğunu, şimdi bir kere daha öğreniyoruz."

1917 Ekim Devrimi ile Rusya İmparatorluğu yıkılmış, halk, devletin yönetimini ele geçirmiş ve sosyalist cumhuriyet kurulmuştur. Haziran 1991 yılından sonra, yani yetmiş dört yıl sonra, yeni reformlarla birlikte; özetle, sosyalist cumhuriyet dağılmış ve yeni federal cumhuriyet ilan edilmiştir. Eski İmparatorların yerine, yeni dönem imparatorlar gelmiştir…”Yeni zenginler” diye daha önce hiç duymadığım tabir duymuştum 1997 yılında Petersburg'u ziyaretimde.

Zaman zaman dile getiriyorum, 1960-1970 yıllar arasında doğanlar, bence dünya tarihi arasında en şanslı kuşaktır. Nedenleri kısaca izah etmem gerekiyorsa; II. Dünya savaşı yaraları anca sarılmış, teknoloji henüz bu kadar gelişmediği için daha doğal hayatın içinde, teknolojideki dev değişimi, mütevazi ( paralel) yaşadı bu kuşak ve dünyanın globalleşme hayalini gerçekleştiğini gördü, internetle tanıştı ve kullanma şansına erişti. 1960-1970 yıllarında sanatın her dalı doruk noktasına ulaştı…

En son okuduğum roman da bu düşüncelerimi yineledi. Günümüzde böyle eserler yazılamadığı gibi, bence okunmuyor da…Belki çok taraflı düşünüyorum, her dönemin kendine göre kitapları ve sanat anlayışı vardır. Yine de ben kendi adıma bu kuşağın temsilcisi olduğum için şanslı hissediyorum ve günümüz gençlerin adına üzülüyorum.

Uzun girizgahtan sonra gelelim konumuza, Doktor Jivago unutamayacağım romanların arasında yerini aldı bile…Bir şairin romanı, kelime oyunları ve metaforlar sayesinde anlatılan doğal manzaralarını görebildim, kışın sertliğini hissettim, ormanlar ve alanların güzelliğine bayıldım. Yuri’ nin iç dünyasını anlamaya çalıştım, sevgisi, eşi Tonya ve âşık olduğu Lara arasında bölünmüş olan bu adamın duygularını çok inandırıcı buldum.

Doktor Jivago, çok güzel dekore edilmiş bir tarihi roman; arka planda dev Rus devrimi ve bir aşk hikayesi. Kitap, tarihin önemli siyasi ve sosyal olaylardan biri , Rusya’da Çar'ın devrilmesini ve Bolşeviklerin devlet yönetimini ele geçirmesini anlatıyor. Ben ilk kez farklı bir bakış açısıyla okudum bu devrimi…

Okurken, nispeten önemsiz karakterleri tanımaktan bazan sıkıldım. Bir de tesadüfler bolluğu, inandırıcılık sınırlarını biraz zorlamış gibime geldi , fakat bu küçük kusurlara rağmen, nefes kesici bir romandı. Gürleyen fırtına gibi bir devrimin fonunda, hayatta kalmak için çırpınan bir kelebek gibi bireyin öyküsü, bence çok başarılı aktarılmış.

Doktor Jivago, romanın ilk 180 sayfasını Özay Sunar, çevirisiyle Türkçe, son üçte iki bölümünü ise Bulgarca okudum. İtiraf etmeliyim ki romanın, Bulgarcası çok çok çok daha iyiydi, müthiş pasajlar vardı, tüylerimi diken eden sırf şiir olan pasajlardı. Böylesine, şiirsel üslupla yazılmış bir epik destan okuduğumu hatırlamıyorum. Bulgarca, Rusça diline yakın olduğu içi, aynı dil grubu ve benzer alfabe kullanıldığı için, romanı orijinal diline çok yakın okuduğumu sanıyorum. Zaman zaman her iki çeviriyi aynı anda okudum ve böylece kitap okur maceramda bir ilk daha yaşadım. Özay Sunar, sanırım kitabı doğrudan Rusçadan çevirmedi, tercümenin, tercümesi olduğu için, şiirsel üslup kaybolmuştu. Misal, on dördüncü ( 14 ) kısmın, on birinci ( 11 ) bölümün, ilk paragrafını öylesine güzel yazmış ki Pasternak, bir insanın iç dünyasını, doğa manzarasına kıyaslayarak, öylesine başarılı tasvir etmiş ki ben hayranlıkla ve birkaç kez üst üste okudum ve tüm o hüznü iliklerime kadar hissedebildim. Bir de aynı pasajın Türkçesini okuduğumda, tam bir hayal kırıklığı oldu, sadece çok çok kötü değil, mana olarak yanlış tercüme edilmiş.Bir kez daha, hem de uygulamalı, bazı çevirilerin, yazarlara ne kadar büyük haksızlık ettiğini gördüm.

Güzel bir kitap okumanın mutluluğunu yaşıyorum şu an ve kendim için bu notları alıyorum, çünkü zaman geçtikçe , eskide okuduğum kitaplar hakkında yazdıklarımı okumayı seviyorum.

Bu romanın okunması çok kolay olmasa da, cazibesi yadsınamaz. İşin sırrı galiba burada gizli, kolay okunan romanlar, aynı hızla ve kolaylıkla unutulur, oysa Doktor Jivago’nun bazı sahnelerini unutabileceğimi sanmıyorum.

25 Kasım 2015 Bursa

3 Haziran 2024 Pazartesi

SAHİLDE KAFKA

“ Ormandayken yağan yağmur, denizin üzerine yağan yağmur, otobanda yağan yağmur, kütüphanenin üzerine yağan yağmur, dünyanın öteki ucunda yağan yağmur…”

Uzakdoğu edebiyatını ve daha genel olarak, kültürünü, pek iyi tanımıyorum. Nedeni, doğduğum ve yaşadığım coğrafya, daha çok batı kültüründen etkilenmiş olduğu için. “ İnsan dediğin, elbette bir ölçüde doğduğu yerin bir ürünü oluyor. Düşünce tarzı, duyguları, yaşama şekli, sanırım coğrafi şekillerle, iklimlerle, rüzgarın yönüyle, bağlantı oluyor.” Bilmediğimden, uzakdoğu kültürü ilgi alanımda ve fırsat buldukça bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Sahilde Kafka bu anlamda bir adımdı, Haruki Murakami merak ettiğim ve okumak istediklerimin arasındaydı, fakat hangi kitabından başlayacağımı karar veremiyordum. Kitap hakkında düşüncelerimi yazmadan önce, neden bu romanı okumaya karar verdiğimi kısaca anlatmak istiyorum.

27 Mart 2016 tarihinde neredeyse on beş yılı aşkın görmediğim ilk iş yerimin çalışma arkadaşlarıyla buluştum. Heyecanlı bir buluşmaydı, geçen zaman içinde pek çok şey yaşanmış ve anlatılacak çok konu vardı, hepimiz birden konuştuğumuz ve birbirimizi dinleyemediğimiz anlar dahi oldu…Buluşma sonrasında, yedi kızdan oluşan grubumuz, telefonlar aracılıyla gündelik notlarla haberleşmeye devam ettik ve ediyoruz. Nisan ayın içinde , grupça, ortak bir kitap okumayı kararlaştırdık, herkes öneride bulundu ve grubumuzun kalbi Fulya çekiliş yaparak, grubun neşesi olan Müge’nin önermiş olduğu Sahilde Kafka kitabının kuradan çıktığını açıkladı. İşte bu yeni teknolojik gelişmeler sayesinde bazan böyle güzellikler yaşanabiliyor. Pek çoğumuz kitabı edindik, fakat devreden henüz iki kişi olduk, ben ve Fulya. Her kitabın okunması için doğru zaman olduğuna inanıyorum ve umuyorum ki grubumuzun diğer üyeleri de bu zaman geldiğinde kitabı okur ve bir araya geldiğimizde konuşacak ortak bir konumuz daha olmuş olur.

Sahilde Kafka romanını bir cümleyle özetlemem gerekiyorsa; Gizemli ve egzotik bir masal derim, tam olarak çözemediğim, fantastik unsurları taşıyan, karmaşık bir eser.

Kitabın ana teması, daha doğrusu benim anladığım tema; “İnsan kaderini değil, kader insanı seçer” yani, her insanın amacını yerine getirmesi için, bir kaderi var olduğunu anlatmak Son cümlemle, yazar- okur arasında çok özel bağ oluştuğunu ve farklı okurlarda, aynı metinler, değişik algılamalara neden olduğu gerçeği aklımdan geçti yine. Bu çok doğal gayet tabii ki, okuduklarımızı, kendi düşünce prizmamızla, yaşadıklarımızla, tecrübelerimizle ve hayat görüşümüzle bir şekilde harmanladığımız için.

Romanında , benim algıladığım ana düşünceyi, “ Çok küçük şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı...” okurlara aktarabilmek için Murakami iki karakter seçmiş, ilki on beş yaşında evini terk eden bir çocuk Tamura Kafka, diğeri ise pek çok yönde desteğe ihtiyacı olan zihinsel engeli olan, kedilerle sohbet edebilen ve gökten balık yağmuru yağdıran yaşlı bir adam Nakata. Her iki kahraman çok sıra dışıydı ve amaçlarını yerine getirmek için yaptıkları fiziksel ve metafiziksel yolculuklarını kitapla beraber takip ettim.

Aslında bu tür romanları, bu tür derken; mekanı, zamanı olmayan, belirgin bir hikayesi olmayan, metaforik romanları okumakta zorlanıyorum, fakat bu kitapta anlatılan tüm gerçek dışı olaylarını çok doğal hissettim. Murakami açıkça kitap boyunca metafordan bahsediyor ve bunun amacı, okuyucuyu geleneksel düşünce ve okuma yaklaşımlarından kurtarmak, ya da bende böyle bir izlenim oluştu. Kitabı okudukça tüm açıklanamaz şeyler, metaforlar, benzetmeler veya soyut kavramlar, yaşamın kendisinin gerçeküstü olduğunu düşündürttü bana.

Kitapta diğer hoşuma giden yön ise karakterler; Oşima, Albay Sanders, Saeki Hanım, Sakura, Hoşino,Sörfçü, iç ses Karga…Ben onları hayalimde canlandırabildim.

Hayalimde canlandırabildiğim kahramanları ve sahneleri olan romanları okumayı seviyorum. Kitapta anlatılan ormanı çok sevdim misal, âdeda Tamura Kafka ile birlikte geziniyormuşum gibi ve onun hissettiği heyecan ve korku dolu anları ben de hissedebildim. Komura kütüphanesi de hayalimde canlandı “ kimsenin olmadığı sabah saatlerinde, kütüphanenin o hali beni bir hayli etkiliyordu. Tüm sözcükler ve düşünceler sakin sakin dinleniyordu orada.” Ne kadar uzun zamandır bir kütüphanede kitap okumak için bulunmadığımı anımsadım bu sözlerle birlikte Tamura Kafka ise şöyle diyor;“ Kütüphane ikinci evim gibiydi. Hatta kütüphane benim gerçek evim gibiydi belki de.”

Saeki Hanımı hayalimde görebildim, elinde “kalın Mont Blanc dolmakalemi”, Oşima’yı da gördüm, kusursuz giyimiyle, gözlükleri, uzun siyah sacları, elinde her zaman yeni sivriltilmiş kurşun kalemini çevirirken…

Romanda pek çok şey, tamamlanmamış, bana göre tabii ki, sanki eksik kalmış olsa da okumaktan keyif aldım. Hayat da öyle değil midir, hep bir şeyler eksik ve tamamlanmamış kalacak…

Kitabın müziği mi ? Tabii ki Beethoven - Arşidük Üçlüsü , daha önce hiç dinlememiştim, klasik müziğe çok çok fazla ilgim olmasına rağmen.

Haruki Murakami bir daha okur muyum bilemiyorum, sanki okumam gibi geliyor şu anda, yine de onu tanımak güzeldi, hayal gücüne hayran kaldığımı söyleyemeden noktalayamıyorum bu kitap incelememi, ben de Yazara katılıyorum “ hayal gücünden eksik insanlar, boş insanlar” oldukları konusunda. Murakami’nin bu tavsiyesini sevdim, benimsedim ve satırlarımı okuyanlarla paylaşıyorum ; “Kendine güven. Soluklarını düzenle, kafanı düzgün çalıştır. Bunu yapabilirsen sorun kalmaz. Ama çok temkinli olmalısın.”

28 Ağustos 2016 Bursa

31 Mayıs 2024 Cuma

AŞKIN BEDELİ

Bu gün, eskiden yolumum kesiştiği Yazar Lesley Lokko ve birkaç ay önce devrettiğim kitabı hakkında düşüncelerimi yazmak üzere klavyenin başındayım. Okuduğum yazarlar hakkında az da olsa biyografik bilgiler edinmeyi seviyorum ve merak edenler için paylaşıyorum. Lesley Lokko Ganalı bir baba ve İskoç bir annenin kızı olarak, 1964 yılında İskoçya’da doğmuş. Yazar yaşamının ilk yıllarını Gana’da geçirmiş. Oxford Üniversitesi’nde Arapça ve İbranice derslerinin yanı sıra Amerika’da sosyoloji ve mimari eğitimi almış. Lesley Lokko mimari eğitimini kullanarak, Gana’daki evini tasarlamış. Bu bilgileri eskiden wikipedia’dan almıştım ve kısacık bilgilerde söz edilen evi merak etmiştim… O gün bugün benim gördüğüm en güzel evlerden birisiydi gördüklerim. Tek kat, merdivensiz ve içi duvarsız…Olağanca sade ve şık…Evin duvarlarını tekerlekli kütüphaneler oluşturuyor, evin içini her an istediğiniz gibi yeniden tasarlayabilirsiniz ( biraz bekar evi gibi geldi ).Çok aydınlık, tıpkı benim sevdiğim gibi ve kocaman bahçeli. http://lesleylokko.com/about/ Lesley Lokko ile aynı yıl doğmuş olmamız kendimi ona yakın hissetmeme neden olmuştu, hatta çok emin olmamakla birlikte , hakkında okuduklarımdan yola çıkarak ( her konuda değişken), benimle aynı burçtan bile olabileceğini düşündürttü bana. Üstelik, evinde kedi deği, köpekleri var ve köpeklerin adları Fidel ve Castro olduklarını öğrendiğimde, Yazara olan sempatim bir o kadar arttı.

Web sayfasından küçücük bir alıntıyla, kendisini şöyle anlatmış Lesley;” Bir yazar olmanın en iyi tarafı, her yerde ‘bunu' yapabilmek, bu yüzden ben Johannesburg, Londra, Accra ve Edinburgh'da hemen hemen aynı anda yaşıyorum ve havalimanlarında çok fazla zaman harcıyor olsam da, oralarda romanlarımın ana fikirlerin tohumları atılıyor. Tek bir yerde yaşama fikrini kabullenemedim ve birbirinden çılgınca farklı iki ya da üç yerde yaşamak bana, her şeye rağmen, insanların neredeyse tüm dünyada aynı olduğunu öğretti. Aşk ve dostluk, sırlar ve yalanlar, tutku ve kıskançlık, kurtuluş ve intikam ... Hepimiz aynıyız ve çok insanca duygular taşırız.” Benim de hayatımın yarısı her şeyiyle çok farklı bir ülkede geçmişti; rejim, din, eğitim vb., Türkiye’ye geldiğimde insanların hakikaten aynı olduğunu yaşayarak öğrendim.

Bu uzun girizgahtan sonra sıra geldi kitabımıza, 2011 yılında yayımlanmış, orijinal adı A Private Affair , ülkemizde Aşkın Bedeli olarak çevrilmiş.

Lesley Lokko’dan okuduğum ikinci kitap ve yine sağlam kurgu ve iyi bir hikaye ile karşılaştım. Tek cümleyle özetlemem gerekiyorsa, ilgi çekici, hızlı tempolu, sürükleyici ve pek çok , belki hiçbir zaman göremeyeceğim, yerleri hayalimde canlandırmama yardımcı olan bir roman oldu. Bir insan ömründe ne kadar farklı şehir ve ülke görebilir? Evet , bu sorunun cevabını da merak ettim romanın sayfaları içinde. Pek çok yere götürdü beni Lesley Lokko;Siera Leone, Brisbane, Fas, Kıbrıs, Almanya, İngiltere, Bosna, Güney Afrika…. O yerlerin durumunu, yaşam şartlarını,çevreyi çok iyi anlatabiliyor …

Dört kadın ve dört farklı hikaye, dört ayrı roman gibi, ben genelde birkaç kitap aynı anda okurum, fakat bu sefer buna gerek kalmadı…

Sam, çirkin ördek yavrusundan bir kuğu haline dönüşmesi, parlak kariyere sahip, güzel ve zengin olmasına rağmen , neden hala yalnız ? Tatile yakışıklı yabancıyla karşılaştığında, işler nihayet yerine oturabilecek mi ?

Meaghan, ailesinden kaçarak, kendine yeni bir hayat kurabilecek mi ? Karşısında genç bir subay çıktığında nasıl bir karar verecek ?

Dani güzel, uyumsuz, farklı, umutsuzca yanlış yerlerde baba arıyor ve bunun bedelini ağır ödüyor. Sevgi ile ilgili her şeyi ona öğretecek bir adam bulabilecek mi ?

Abby, model eş, her şeyi sadece kocası ve ailesi için istiyor , kendisi bir asker kızı ve tıpkı annesi ve büyükannesi gibi, her şeyden önce kocasının kariyerini korumaya alışmış…Hayatında bir şeyler değiştirebilecek mi ?

Bu dört farklı kadın ve ortak tanıdıkları bir adam, bence çok iyi planlanmış hikaye, renkli karakterler, değişik mekanlar ve şaşırtıcı sonla benim için güzel kitap okur macerasıydı.

Masallarını bitmesi beni her zaman üzer, ancak bir sonraki masala başlamak da ayrı heyecan…

05.08.2017 Bursa

30 Mayıs 2024 Perşembe

GÜNAH KUYUMCULARI

Okuduğum tüm kitapların yazarları hakkında mutlaka bilgi edinirim, okuldan kalmış olan bu alışkanlığım, yıllarla birlikte, okur maceramda, olmazsa olmazlarımdan birine dönüşüvermiş.

Okumuş olduğu kitabın yazarının ismini bilmeyen birisiyle, sohbet etmekten katiyen haz almam…

Bu gün kitap günlüğümde Jim Topmhson ve Günah Kuyumcuları kitabından söz etmek istiyorum. Yazarın ismini hiç duymadım, ülkemizde de pek fazla tanınmıyor sanırım, dolayısıyla Yazarın biyografik bilgilerine ulaşmak kolay olmadı, benim için. İngilizce dilim çok iyi olmadığı için, yabancı sitelerde araştırma yaparken, Yazarı, isim benzerliğinden dolayı , başka biriyle karıştırdım. İlginç bir hayat hikayesiyle karşılaştım; Jim Topmhson 21 Mart 1906 yılında , Greenville,Delaware, ABD , zengin bir tekstilcinin beş çocuğundan en küçük oğlu olarak dünyaya gelmiş ve 1967 yılında, Bangkok’da günümüzde hâlâ sırrı çözülememiş esrarengiz şekilde kaybolmuş… Doğum yılı ve isim tutunca ben kendimi bu hayat hikayesine kaptırdım, enteresan da geldi doğrusu, epeyce bilgi edindim ; casuslar, ipekler ve tasarımlar hakkında. Bir taraftan ısrarla Yazarın yazdığı kitapların kronolojisine ulaşmaya çalışıyordum, fakat nafile…Bir tuhaflık olduğunu hissettim ve araştırmalarıma devam ettim, nihayet “doğru “ Jim Topmhson’ın biyografik bilgilerine ulaştım. Böyle bir karışıklık yaşadım ve hatıralarımla işlemiş oldum.

Yazar Jim Topmhson’ın 27 Eylül 1906 Anadarko Oklahoma Eyaletinde dünyaya gelmiş ve 7 Nisan 1977 Hollywood , Kaliforniya’da hayata veda etmiş. Bu hayat hikayesi de oldukça ilginçti ve yanlış anlamadıysam, Robert Polito tarafından biyografik bir roman olarak kaleme alınmış. Bir şerifin oğlu olarak doğmuş Jim Topmhson, ancak babası görevden atılınca, zor günler başlamış, aile Teksas’a taşınmış. Kısmen babasının sorunların bir sonucu olarak , daha çocuk yaşta Jim otellerde oda görevlisi olarak çalışmış ve gece hayatını, alkolü ve uyuşturucuyu çok genç tanımış. Petrol rafinerisinde, uçak fabrikasında çalışmış, seyyar satıcılık yapmış ve düşük ücretli işler arasında gazetecilik ve edebiyatla ilgili çalışmalar yaparak geçimini sağlamış. Yazdıkları, 1940 yıllarında Amerikan ve Fransız film yönetmenler tarafından keşfedilmiş , Stanley Kubrick ile birlikte iki senaryo yazmış ve romanlarından bazıları filmlere uyarlanmış. Anladığım kadarıyla Yazarın en ünlü romanı, İçimdeki Katil, aynı ad altında romandan uyarlanan film de çekilmiş.

Yazara bu kadar yer vermem, ilgimi fazlasıyla çekmiş olduğunun bir göstergesi…

Kitabın orijinal adı POP. 1280 ve yirminci yüzyılın başlarında Amerika’da küçük güney bir kasabada yaşananları konu alıyor. Kitabın ilk basımı 1964 yılında gerçekleşiyor, benim doğdum yıl, dolayısıyla bana bu durum oldukça nostaljik geldi.

Kahramanımız Nick Corey, kasabanın şerifidir ve romanın başlarında onu tembel, sünepe, yaramaz, pasif, hiçbir şeye yaramayan soytarı biri olarak tanıyoruz. Hafif hayal kırıklığına uğramıştım giriş sayfalarını okurken ve ilk mayın patladı…

Hemen hemen okuduğum her romanımın sayfaları içinde not ettiğim bir şarkı vardır, bu romanın şarkısı da; Mayın Tarlası… Kendimi bir mayın tarlasında gibi hissettim çünkü okudukça. Çok ilginç bir kitaptı ve ben kesinlikle daha önce böyle ayırt edici konu ve anlatı okumadım; komik, ironi dolu, zekice, alaycı ve düşündürücü, insanın doğasındaki, şiddet eğilimi, cinneti ve karanlık yanlarını çok iyi yansıtmış bana göre Jim Thompson. Nick Corey, oldukça parlak bir kahraman ve romanın sonuna yaklaştıkça başlangıçta beklenenlerden ne kadar farklı bir karaktere dönüştüğünü ve benim sempatimi kazandığını hayretler içinde izledim. Mayınlar ardı ardına patlıyordu…

Kitapta pek çok konu işlenmiş; cinayet, evlilik, hile, kadınlar arasındaki sahte arkadaşlık, zina, spekülasyon, aşk, siyaset oyunları, ırkçılık, ensest…

Romanın türünü tam belirleyemedim, suç - gerilim olabilir , fakat kesinlikle bir başyapıt bana göre , çünkü Yazar en evrensel konulardan birini ele almış ve bunu çarpıcı ve canlı şekilde anlatabilmiş; dünyanın her yerinde ve her an yaşananların bir yansımasıydı okuduklarım, hatta bu gün ülkemizde yaşıyoruz hep birlikte, insan önemsiz dahi olsa ne pahasına olursa olsun mevkisini korumak için mücadele ediyor, güç ve para uğruna ise yapamayacağı yoktur.

Jim Thompson beni hakikaten çok şaşırttı, hiç böyle bir şey okumayı beklemiyordum, çok eğlendim ve bu durumun Atilla Tokatlı’nın mükemmel çevirisinin etkisi yadsınamaz.

Romanın kahramanlar çok canlı ve gerçekti, yazımın sonunda unutmamak için bazılarından biraz söz etmek istiyorum. Kasabanın şerifi , baş kahramanımız Nick Corey kendi adından anlatıyor hikayeyi ve kendini şöyle tanımlıyor; " Daha doğrusu, mecbur kalmadıkça, kötü düşünmemek isterim insanlar hakkında." Şerif, bölgesinde güven ve saygı köprüsünü oluşturması gerekiyor ve bu şerifin yöntemleri çok farklı…" Herkes birbirine benzese, dünya çekilmez bir hal alırdı." Düşüncesine sahip ve en sık kullandığı söz;" Haksızsın demiyorum, dikkat et, haklısın da diyemiyorum."

Şerifin sevdiği bir kadın var Amy, onu şöyle anlatıyor ; "insanın yüreğini cendere gibi sıkan, sizde damgasını bırakan;anısını, kokusunu, tüm varlığını, nereye giderseniz gidin, üzerinde taşıdığınız bir yan var Amy'de."

Myra, şerifin karısıdır. " Öyle bir durum çıkmıştı ki ortaya, ne hakikat üstesinden gelebilirdi, ne de yalan" işte böyle karmaşık bir durum sonucunda Myra ile evlenmek zorunda kalan şerif, karısından ve embesil kardeşi Lennie ‘den nefret ediyor.

Rose ise şerifin metresidir ; " Müthiş bir dişi yanı var kabul, ama başka hiç bir şeyi yok; çaba olarak da uçarı ve delifişek, hatta biraz beyinsiz."

Bir “umumî helâ” sahnesi vardı romanda ki gülmekten koptum okurken.;Bu sahneyi özellikle yorumuma dahil ettim çünkü günümüzde çoktan , “ helâ” sözünü kullanımdan çıkarmış bulunduğumuzu hatırladım…

Son olarak, Günah Kuyumcuları , okuduğum iyi kara mizah romanlarından birisidir ve toplumsal eleştiri için güzel bir örnektir.

14 Ağustos 2016 Bursa

29 Mayıs 2024 Çarşamba

Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız

Sayfamda nerede kalmıştım diye baktım ve tam iki ay hiçbir şey yazmadığımın farkına vardım. Sayfamın kaynağı, devrettiğim kitaplar olunca, doğal olarak bu zaman içinde kitap okumadığımın sonucu çıkarılabilir. Tam olarak öyle olmasa da, son zamanlarda aklım öyle kalabalıklaştı ki, okumakta zorlandım. Kurguların takibi güçleşti, çünkü gündemle birlikte, kendimi, âdeta anormal bir kurgu içindeymişim gibi hissettim. Son iki ay, en ufak boşluk bulduğumda, ördüm, rengârenk iplerden, atkılar, tığ işi bereler, ponponlu şapkalar, boyunluklar, fularlar… Allahtan kıştı ve çevremdeki herkese, komşularım dahil, istedikleri renk ve modellerden, ihtiyacı olan ürünlerden ördüm.

Yine de kitaplardan uzak kalmadım, bir kaç satır da olsa, okumadan, gün geçirdiğimi uzun zamandır hatırlamıyorum. Bunun yanı sıra neokur sitesinde kitaplar hakkında okuyucu görüşlerinden okudum ve yeni yeni romanlar edindim. Havaların ısınmasıyla, ağaçların çiçek açmasıyla birlikte örgü sezonunu kapattım ve kitap okur macerama kaldığım yerden devam ettim.

En son devrettiğim roman, Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız - Lawrence Block.

Yazarın ismini ve kitaplarını hiç duymamıştım, fakat bu durum kitaplarının edinmeme ve okumama engel değildir. Kitap satın almaktan çok ama çok büyük keyif alıyorum, koleksiyoncu yanımı da saklamıyorum, kitap edinmek, önüne geçemediğim ve geçmediğim tutkum. Yazar ismi, önerilen bir kitap, tercüman ismi, ödüllü kitap, çok satan kitap, az satan kitap, kapak resmi, kapak rengi, o anki ruh halim, kitap satın almam için nedenlerden bazıları…En son devrettiği romanı, ismine göre satın almıştım, hoşuma gitti, sevdim ve ossaat satın aldım…Kendime böyle sürprizler yapmaya bayılırım.

Ben buldum ve iyi ki de bulmuşum, çok keyif alarak okudum. Gizemli, eğlenceli, esprili, sıra dışı, tam olması gibi gereken bir polisiye. Karmaşık, fakat yorucu değil, ortadaki gizem tüm hikaye boyunca devam ediyor ve kim kime ne yaptı, sonuna kadar açık değil.

Kitabın isminden belli olduğu gibi, hikayede bir hırsız var… İlginç, oldukça dürüst, zeki, kitap okumayı seven, işin ehli, yetenekli birisi kahramanımız Bernie , kendisini şöyle tanıtıyor ; “ Aslında ben normal koşullar altında epey dürüst bir insanım. Paraların üstünü bırakan müşterilerimin arkasından seslenirim. Alış veriş ederken hiç mal yürütmem ve vergilerimi öderim. Bir garson yediğim tatlıyı hesaba katmayı unutmuşsa genellikle kendisini uyarırım.”

Hırsızlık yapma nedenini ise şöyle açıklıyor; “Heyecan. Birinin evine girmek bende başka hiçbir şeye benzemeyen bir heyecan yaratır. Kilidi okşayıp açılması için ikna edersin, kolu çevirip yarı aralık bir kapıdan içeri süzülürsün, sonunda içerdesin ve bu sanki başka bir insanın yaşamını denemek gibi bir şeydir.” Amaç, çalmaktan öte, kalp atışlarını hızlandırabilmek...Heyecan, insanın hayatında olmazsa olmazlardandır ve bana göre en büyük heyecanlardan birisi aşktır, sonrasında ise pek çok şey kalp çarpıntısını artırır , aklıma ilk gelenler; sahne, başarı, yeni bir buluş, spor müsabakasında gelen galibiyet, uçmak, hız…Kahramanımız, kendine değişik heyecan bulmuş, okurken beni de heyecanlandırdı doğrusu, yani kitap okumak da heyecanlardan birisi.

Kahramanımız, Bernie’nin çok sevdiği bir işi var, sahaf dükkanı işletiyor ve bu işten geçimini sağlıyor; ”Kitabı yıllar önce bir kere okumuştum, ancak kitapların bir kereden fazla okunacağına inanmıyorsanız elde düşme kitap satmak asla size göre bir iş değildir.” İnsanı mutlu eden bir işi olması ne kadar güzel…

Hikaye, Bernie’nin sahaf dükkanının yeni sahibiyle tanışmasıyla başlıyor ve kiranın çok fazla arttırılmasıyla birlikte, dükkanı kaybetmek üzere olduğu anlaşılıyor…

Bernie sahaf dükkanını kurtarabilecek mi? Değerli beyzbol kartlarını kim aldı? Katil kim? Hırsız kim ?

Kitap minicik, fakat özünde dört büyük roman için yeterince malzeme varmış hissi uyandırdı bende.

Kadın ve kediler hakkında Carolyn'ın sıra dışı teorisi, Magda Szabo’nun Kapı romanını hatırlattı, müvekkilini satmayan avukatın önemi ve bedeli nedir, dürüstlük nerede bitiyor, sahtekarlık nerede başlıyor, bir kitapçı dükkanında neden kedi bu kadar çok yakışıyor.

Roman, farkına varmadığım, daha doğrusu kanıksamış olduğum ne kadar çok hırsız olduğunu düşündürttü bana; birilerinin çıkarı için çalınan gencecik hayatlar, beceriksiz yöneticiler yüzünden, doğanın cömert davrandığı bir coğrafyada çalınan yüksek yaşam koşulları, sağlık sektöründe elde edilen haksız kazançlar, ilaç sektöründe dönen dolaplar, gıda sektöründe üretilen sağlıksız yiyecekler, çiftçinin zehirli meyve sebze üretimleri, korsan yayınlar, rüşvet alan paragöz polisler, rant elde etmek için oynan akıl almaz oyunlar, çalınan emekler, gencecik kız çocuklarından çalınan hayaller… Yeterrrr…Ve bütün bunlara gözlerini yuman bizler…

İçim karardı, örgülerime mi dönsem ne ?!

Lawrence Block’un romanından alıntıladığım bir söz ile uzun incelememi noktalıyorum; “Cahillik mutluluk olabilir, ama bilgi de kudrettir. İyi bir avukat kudreti mutluluğa tercih eder.”

22 Mart 2016 Bursa

28 Mayıs 2024 Salı

Sinek Isırıklarının Müellifi

Kitaplığımda okunacak bunca kitabım varken, yenilerini satın almaya devam ediyorum. Nedenini tam olarak bilmiyorum…Kitap satın almayı seviyorum ve bu şekilde kendimi mutlu ediyorum. Yeni yazarlar ve kitaplar tanımak bana heyecan veriyor, henüz okuyamamış ve merakımı uyandırmış olanları yakınımda olmalarını bilmek hoşuma gidiyor. Kendimi, istediğim an, evimde, bir sahaftaymışım gibi hissedip, okumak için kitaplar seçmekten haz alıyorum. Ben okuyamasam da, çocuklarım, arkadaşlarım okur ...İlk aklıma gelenler bunlar, fakat asıl nedenini bilmiyorum, nedensiz kitap satın almaya seviyorum.

Bu girizgah da ner’den çıktı! 31 Ocak 2015 tarihinde İstanbul’a yolculuk vardı ve en son okumaya çalıştığım roman Doktor Jivago, yol kitabım olmasını istemedim. Aslında bir parçamın İstanbul’da yaşadığı için, kendimi birazcık İstanbullu hissediyor oldum son yıllarda, bu sebeple Bursa – İstanbul arası benim için pek yolculuk sayılmaz, yine de feribotta, elimde iyi bir kitap varsa, mesafe iyice kısalmış oluyor. Tebessüm ettim…Yol kitaplarımı önemsiyorum, hem boyut olarak uygun, hem de yolu kısaltanlar olmasını istiyorum…Elbette ki bazan iyi tercih yapamadığım oluyor, ama işte bu seçim bile bana heyecan veriyor, doğru kitabı seçmiş olmam bana ekstra mutluluk yaşatıyor.

En son okuduğum kitap hakkında yazmaya çalışıyorum, girizgah uzadıkça uzuyor... Yola çıkmadan önce , kitaplığımda uygun kitap arıyordum ve kararımı Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabından yana kullandım.

Yazarın ismini neokur.com sitesinde görmüş ve bir kitabını satın almıştım, ilk kez okuyacaktım. Okumaya karar vermeden önce mutlaka yazarlar hakkında bilgi toplamaya çalışırım…Barış Bıçakçı hakkında çok az bilgiye ulaştım, Adana doğumlu ve hemen hemen yaşıt olduğumuzu öğrendim sadece. Kendisiyle yapılan hiçbir röportaj bulamadım…Daha doğrusu Barış Bıçakçı hakkında hemen hemen hiçbir bilgi yok, hatta nette bulduğum fotoğraftan dahi Yazara ait olup olmadığından tam emin olamadım. Bu durum ilgimi daha da çok arttırdı ve henüz okumaya başlamadan, Yazara gizlice gıpta ettim , saygı duydum ve nedense bana özel gibi hissettim.

31 Ocak 2015 tarihinde fırtına nedeniyle tüm feribot seferleri iptal edildi ve hava muhalefetine rağmen, maaile karadan kendi aracımızla İstanbul yolunu tuttuk. Uzun zaman İzmit körfezinden geçmemiştim, zaten o yolu hiç sevmem, trafik çok yoğundu ve adım adım ilerlerken, yolculuk çekilmez hal alacaktı, eğer elimdeki kitap doğru olmasaydı.

Barış Bıçakçı'nın üslubunu sevdim. Anlatılan konu da beni sardı...Çilek reçeli tadında bir kitap diyebilirim. Cemil, kahramanımız, nasıl da güzel çilek reçeli yapıyordu...Mutfak işinden anlayan erkeklere saygı duymuşumdur daima. Roman, Cemil’in yazar olma hallerini anlatılıyor...Yazdığı ilk romanı, bir yayınevinin editörlerine, değerlendirmek için bırakmış, gelecek cevabı beklemektedir. Bu sancılı zaman kesiti içinde, kahramanımız, günlük rutinlerinin yanı sıra, hayatını gözden geçiriyor; çocukluğunu, öğrencilik yıllarını, evliliğini, arkadaşlıklarını. Ben Cemil'in anlattıklarından , çok iyi bir kitap yazmış olabileceğine düşündüm.

Kitabın adı ile birlikte, müellif sözcüğünün, ne anlama geldiğini öğrendim. Müellifin ne olduğunu bilmeyen ben, kitap hakkında yazmaya cüretinde bulunuyorum ya, paradoksun ta kendisi...Ama ben öncelikle kendim için yazıyorum, çok sevdiğim Türkçemi geliştirebilmek ve tabii ki yazmayı sevdiğim için… Kitap beni 1994 - 1998 yılları arasına götürdü. Dört yıl süresince Bursa'da toplu konutlarda yaşadım. Yeni anne olmuştum, küçücük kırk sekiz metre kare bir dairemiz vardı ve romanda sözü geçen banyo gider sorununu bizzat yaşadım. Önce alt komşumuz bize geldi, sonra biz üst komşuya...Güzel yazmış Barış Bıçakçı, bence iyi gözlemci ve gözlemlediklerini, çok başarılı aktarmış, kısa cümlelerle çok şey anlatabilmiş.

Küçücük bir roman, fakat Yazar pek çok konuya değinmiş; Müellif olabilmenin uygulamalı örnekleri…Ebeveynlerin, kendi mutsuzluklarını çocuklarına yansıtması...Erkekler arasında sıkı dostlukları... Büyük kentte, toplu halde yaşayan insanların yabancılaşması...Doğanın katledilmesi ve beton yığınları.... Aşkı...Nazlı, Cemil'i ne kadar çok sevdiğini...Cemil de bu sevgiyi hak etmiş olması, en azından ben öyle hissettim. Şeyda gibi, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünen en korkulası kadınları...Cinayeti çözmeye çalışan yaşlı kadını ve bu toplumsal yarayı… Hayatın bir şölen olduğunu hissettiren üstünkörü yapılmış bir liste…

Ben romanı sevdim. Hemen hemen tamamını yolda okudum, fırtına nedeniyle Bursa’ya dönüşümüz de kara yolu ile oldu. İstanbul’da hoş bir hafta sonu geçirdim, Boğaziçi Caz Korosu’nun Zorlu PSM’de harika konserini izledim. Ülkemizde, müziğe gönül vermiş gençlerini izlemek beni ziyadesiyle mutlu etti….Eh, bir de büyük oğlumu koristlerin arasında izlemek ayrı gururdu tabii...Çok sesli bir koro ve müthiş uyum…Millet meclisimizi düşündüm bir an için, çok sesliliği armonik haline getirmek mümkün olur mu? Doğru ve uygun bir lider bunu yapabilir bir ihtimal…

Uzun yazımı toparlamam gerek. Güzel bir roman okudum, Barış Bıçakçı’yı tebrik ediyorum ve onun sözleriyle yazdıklarımı noktalıyorum; "Edebiyat okurları, aslında okudukları her kitapta, insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü, yaşayarak elde edilmeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlar, sahiden anlarlar."

7 Şubat 2015 Bursa

22 Mayıs 2024 Çarşamba

En Uzağından Unutuşun

Nobel edebiyat ödülü benim önemsediğim bir ödüldür, şu ana kadar okuduğum tüm bu ödülü alan yazarlar , benliğimde iz bırakmışlardır. Bu nedenle, kitap okur maceramda mutlaka bu ödüle layık görülen yazarları tanımak için kendime fırsatlar yaratıyorum. Yeri gelmişken, burada küçük bir bilgiye yer vermek istiyorum; Nobel edebiyat ödülü 1901 yılından itibaren günümüze kadar her yıl,1940-41-42 ve 43 yılları hariç, sahipleriyle buluşuyor, bu gün için, yüz on bir ( 111 ) Nobel ödüllü yazarı var demek oluyor. Güzel bir rakam olduğu için satırlarımı okuyanlarla paylaşmak istedim, böyle küçük istatistik bilgeleri öğrenmekten ben keyif alıyorum. İtiraf ediyorum ki Modiano ismini, 2014 yılında bu ödülü aldığında, ilk kez duymuştum ve sonrasında doğal olarak okumak istediklerimin arasında yerini almıştı. Ülkemizde, yanılmıyorsam altı romanı tercüme edilmiş ve ben Yazarla tanışmak için tercihimi, Tahsin Yücel’in çevirisinden yana kullandım.

Daha önce bu durumdan söz etmiş miydim bilmiyorum, fakat romanı okurken Paris’i görme ihtiyacı duydum yine. Romanla birlikte, kendimi eski, siyah beyaz Fransız filmleri içinde buldum ve Paris hissi sardı benliğimi. Her birkaç sayfada okuduğum metnin içinde olmayan bir şey sanki yeniden düzenlenecekmiş gibi, bir tür uyanış rüyası içine düştüğümü hissettim, tam olarak tarif edemedim, arada sanki sis örtüsü içinde takip ettim hikayeyi ve dolayısıyla benim için İlginç bir okuma serüveni oldu.

Kitabın konusuna gelince , uzun zaman önce yaşanan bir aşkın yansıması anlatılıyor. İsimsiz anlatıcı ( ya da ben fark edemedim ismi varsa ) eski kitaplar satan bir genç, Jacqueline ve Gerard Van Bever çifti ile arkadaş oluyor, hikaye böyle başlıyor. Sonrasında, amaçsızca yaşanan hayatlar, zorunluk ve ya tercihe göre ebeveynlerle kopuk ilişkiler, yaşadıkları topluma yabancılaşmış, yalnız insanları ve farklı ümitlerini okuyoruz.

Hüzünlü bir hikaye aslında ve aklıma ilk gelen sahne, hırsızlıkla ilgili olan, çok duygulandım okurken...

En uzağından Unutuşun, bana çok okumak istediğim, fakat defalarca okuma teşebbüsünde bulunduğum halde, çevirisinden sanırım, bir türlü okuyamadığım ve sonunda filmini izlediğim, Muhteşem Getsbi'yi hatırlattı.

Paris'e hiç gitmedim ve romanda anlatılan,Tournelle Rıhtımı, Saint-Micheal Bulvarı, Odeon Postanesi,Dante Sokağı, Saint Germain Bulvarı, Porte de la Muette vb mekanları hayalimde filmlerden izlediğim kadarıyla canlandırdım, hepsi yanlış canlandırma tabii ki, gerçeği ile alakası olmayan siyah beyaz kareler...

Kitabı okuduğum sürece aklımda çalan şarkı Teoman'nın İstanbul'da Sonbahar... Nedenini bilmiyorum, pek alakası yok aslında , sonbahar en hüzünlü mevsim olduğundan belki... Bundan yirmi beş yıl önce en büyük hayallerimden biri İstanbul'u görebilmekti. İstanbul'u görmeden, şehrin kokusunu duymadan ,onu konu eden bir roman okumak ne kadar eksik olurdu düşüncesi geçiyordu sık sık aklımdan, misal, Bulgaristan’da hâlâ yaşıyor olsaydım ve Beyoğlu Rapsodisi romanı elime düşseydi, kitaptaki İstanbul ruhunu asla hissedemezdim...

Bu anlamada sanırım romandan bir Fransız kadar keyif alamadım...Bazı romanları orijinal dilinde okumak, anlattıkları mekanlarda bulunmak, isteği uyandırıyor bende ve bu o romanlardan birisi. Fransız dilini bilmiyorum, fakat tınısı beni hiç rahatsız etmiyor, hatta dinlemeyi seviyorum...Hep merak ederim, bir bilmeyene Türkçe dilinin tınısı, nasıl gelir diye. Şu ana kadar pek olumlu cevap alamadım sorduklarıma, çok "ş"li bir tınıdan söz ediliyor, bana güzel geliyor, fakat benim merak ettiğim başka...Her neyse, Türkçenin tınısı, bana göre orta, fakat zenginlik konusunda, bence hiç bir dile birinciliği kaptırmayız ve bu anlamda Türkçe benim favori dilim, misal gücenmenin kaç farklı ifadesi var ; gücenmek, darılmak, alınmak, küsmek, kırılmak..

Konuyu yine saptırdım, Fransızları hafif kıskanır gibi oldum ( gülüyorum ), Paris çok güzel bir şehir olabilir, ama ben İstanbul'u seviyorum...

Türk Yazarlarını ,Türk insanını anlatan ve tanıdık mekanları okumak, kendime yakın bulduğum için, çok büyük keyif alıyorum.

Patrick Modiano'ya haksızlık etmek istemem katiyen, bence, çalakalem yazar gibi, güzel, çok doğal , hüzünlü ve hissedebildiğim bir roman yazmış...

14 Nisan 2017 Bursa

21 Mayıs 2024 Salı

SİRKE KIZ

 

 


 Etkisinde kaldığınız, unutamadığınız ve aklınıza ilk gelen filmler hangileridir?

 

Bu soruya, sorulduğu farklı tarihlerde, farklı  cevaplar verebilirim; Hayat Güzeldir, Forrest Gump, Bisiklet Hırsızları, Guguk Kuşu,  Room ( Gizli Dünya ), Piyanist, Postacı Kapıyı  İki Defa Çalar, Lion, Doktor Jivago,  Hırçın Hız…

 

Tamam kestim, bir kitap yorumu yazmaya başladığımı unutmadım, neden böyle bir giriş yaptım peki, çünkü anlatacağım kitap, hiç unutamadığım bir filmi anımsattı bana; Hırçın Kız’ı.

 

Kitap yorumlarımda  sıkça  söz ediyorum, doğduğum ve   hayatımın ilk 25 yılı, Türkiye’ye  coğrafi olarak yakın, fakat yapısı ile çılgınca farklı olan ülke Bulgaristan’da geçtiğini ve burada yazmamın ilk nedeni pek çok eksik olan  Türkçe dilimi geliştirmek olduğunu. Ayrıca bu sayfa, kitap yolculuğumun aynası olmakla kalmıyor, okuduklarımın düşündürdüklerini, hissettirdiklerini ve  anımsattıklarını yazdığım gibi,  kısa  otobiyografik notlarıma da yer veriyorum, çünkü ben öncelikle kendim için yazıyorum. Paylaşma nedenim ise,  ben her türlü ve özellikle bu tarzda kitap yorumları okumayı  sevdiğim için, belki benim gibi başkaları  daha vardır, işte bu düşünce, bu eyleme itiyor beni ve son satırla  kocaman gülümsüyorum. Birileri bu sayfama tesadüf ederlerse şayet,  eğlenceli, nostaljik bilgilerin yanı sıra, yazmanın bir terapi olduğunu öğrenebilirler bir ihtimal.

 

Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, filmi  1967 yılında çekilmiş, Türkiye’de 1971 yılında vizyona girmiş, o yıllar  kapalı kutu olan Bulgaristan’da film  ne zaman vizyona girmiş olduğunu bilmiyorum,  ben 1980’li yıllarında izlemiş olduğumu tahmin ediyorum, çünkü  film televizyona düşmüş ve ben  evde  siyah beyaz yayında , yine de büyülenmiş gibi izlediğimi hatırlıyorum. Sansürün kol gezdiği ülkede o kadar kısıtlı yayınlar vardı ki o zamanlar, sadece bundan dolayı da  bu  denli etkilenmiş olabilirim, tabii işin aslını tam bilmiyorum, bildiğim tek şey, filmi çok ama çok beğenmiş olduğum ve  hâlâ çok net kareler anımsadığımı. Elizabeth Taylor, Richard Burton, filmin baş rollerinde, fakat o zaman bu isimleri bile tam olarak kim olduklarını bilmiyordum, yine de beni kendilerine hayran bırakmışlardı. Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, daha sonra William Shakespeare'in bir oyunu olduğunu öğrendim.

 

Bu arada  küçük bir bilgiye yer vermek istiyorum, hazır bu kadar geriye gitmişken; 1926 yılında küçük bir ekranda, ilk televizyon görüntüsünü elde edilmiş, 1936 yılında dünyanın ilk düzenli TV yayını başlatılmış, Türkiye’de ise 1968'de TRT Ankara Televizyonu deneme yayınlarına başlamış. Bizim eve  televizyon 1972 yılında girmişti  çok net hatırlıyorum bu yılı , çünkü 1972 benim için önemli bir yıl, ilk defa  o zaman idrak edebilmiştim ki  Dünyada yıl sayımı var ve benim  o an  yaşadığım yıl 1972 yılı( 8 yaşındaydım ).

 

2018 yılının son devrettiğim kitap Sirke Kız.  Hiç duymamış olduğum yazarlar ve kitapları hakkında, okur yorumları okumayı seviyorum ve bu sayede bazan çok keyifli eserlerle buluşabiliyorum, böylece kitap okur macerama renk ve heyecan katıyorum.   En son yine bir keşif sonucunda, yolum Anne Tyler ile kesişti. Bir yazarın kitabını edinmeden önce, mutlaka kısa biyografik bilgilerine bakıyorum, şimdilerde bu çok kolay oluyor ve burada paylaşıyorum;

 


Anne Tyler, 1941 yılında Minnesota Minneapolis'te doğdu ve Kuzey Carolina'da Raleigh'de büyüdü. Yirmiden fazla romanın yazarıdır. 2015 yılında Man Booker Ödülü için kısa listeye girmiş. On birinci romanı SOLUK ALMA DERSLERİ romanı ile  1988'de Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüş. Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi üyesidir. Maryland, Baltimore'da yaşıyor.

 

Shakespeare’in bazı eserleri, günümüzün yazarları tarafından yeniden yorumlanarak yazılması, Hogarth ‘ın (İngiltere’nin köklü yayınevlerinden)  bir süre önce  başlatmış olduğu değişik  bir proje. Anne Tyler de bunlardan birisi, Hırçın Kız – The Taming of the Shrew oyununu günümüze  Sirke Kız  -Vinegar Girl olarak uyarlamış.

 

Bu projenin ne kadar doğru olduğunu tartışmıyorum, fakat haberim olunca çok merak ettim ve kitabı  ossaat edinip  devrettim.

 

Shakespeare’in, en sevdiğim komedisinin özüne sadık kalırken,  esprili ve çağdaş yaklaşabilmiş bence  Anne Tyler . Beni güldüren, düşündüren , iyi  yazılmış eğlenceli bir kitap diyebilirim. Hırçın Kız hakkında detaylı bilgiye sahip olabilirsiniz, ya da  bu oyununu  hiç duymamış da olabilirsiniz, Anne Tyler, çok zor iş başarmış bana kalırsa  ve   her iki tür okuyucuya hitap edebilmiş.

 

Sirke Kız,  Haziran 2016  tarihinde yayımlanmış, Hırçın Kız ise  1590-1591 yılları arasında yazıldığı varsayılır, özellikle nette  tarihlere baktım, çünkü hikayede dikkatimi çeken  ve ne yazık ki,  kadınların evin dışında çalışmalarına ve para kazanmalarına  rağmen, hâlâ ev işlerinin onda dokuzunu yapmaya devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz,  oysa sadece ben bu durumda olduğumu sanıyordum…

 

29 yaşında Kate Battista, anaokulunda 4 yaş grubunun yardımcı öğretmenidir, tuhaf bilim adamı babası Dr. Battista,  ele avuca sığmayan on beş yaş küçük kız kardeş Bunny ve sınır dışı edilmek üzere parlak genç laboratuvar asistanı Pyotr. İşte ana kahramanlarımız, hani kurguda öyle çok merak ettirilecek bir durum yok, Yazarın öyle bir iddiası da yok, neşeli, hafif, sıkmayan, eğlenceli film izlercesine, kitap okur macerası oldu benim için.

 

 

Uzun yazımı noktalarken kitapta çok hoşuma giden ve kendime ilke edinmek istediğim iki pasaj ile noktalamak istiyorum ;

 

“Güzel bir şey söyle kuralı; Eğer söyleyeceğiniz şey güzel değilse, bir şey söylemeyin”

 

“ Sosyal iletişim becerilerini geliştirmelisin. Biraz incelik, biraz ölçülü davranış, biraz diplomasi.”

 

 

 

28.12.2018

Bursa