23 Aralık 2024 Pazartesi
MORGUE SOKAĞI CİNAYETİ
Sir Thomas Browne’nun şaşırtıcı soruları var kitabın ön sözünde. Elime aldığım her kitapla birlikte bilmediğim, sürprizlerle dolu bir maceraya çıktığım için; ön söz, ithaf, arka kapak, yazarla ilgili biyografik not, ilk satır beni yakalayabilmesini çok istiyorum. MORGUE SOKAĞI CİNAYETİ kitap önerisi, bir okursever tanıdığımdan geldi, tam bir yıl başı hediyesi gibi…Kitap ön sözüyle ve ilk paragrafıyla ilgimi çekmeye başardı bile... Yazarın, satranç, dama, briç hakkındaki acıkmalarını çok sevdim. Hepsini iyi bilirim ve hepsiyle ilgili pek çok anılarım var. Dama hatırladığım ilk oyun misal, yarım asır öncesine dayalı, annem hemen bir kartona çizerdi damanın hatlarını, dokuz adet beyaz fasulye, dokuz adet barbunya taneleriyle oynamaya hazırdık…Soba, kar, kış, tatil, patlamış mısır ve dama…Hafızam bunları beraber getiriyor. Tabii o zamanlar televizyon yok, internet yok, günümüzün hiçbir imkanı yoktu, ama her şey çok güzeldi , belki çocukluk anıları olduğu için şu an öyle geliyor…
Edgar Alan Poe eserlerinden okumamış olmam hep bir kayıp gibi gelirdi, fakat nedensiz okumaya çekindiğim bir Yazardı. Hani hem okumaya çekiniyorum, hem de gizlice ilgi duyuyorum, öyle bir şey…Tavsiye de gelince, kıvılcım etkisiyle, hemen kitabı edinip okumaya koyuldum…
Okuduğum her kitap, istisnasız, hoşuma gitse de, gitmese de, elime aldıysam şayet, devam edemesem de, mutlaka yazarı hakkında bilgi edinirim. Yazdıklarımda paylaşmışımdır mutlaka, hayatımız boyunca kesiştiğimiz( sohbet ettiğimiz, bir şeyler paylaştığımız kastım ) kişi sayısı sınırlı olduğu, elbette ki insanların yapısı, işi gereği vb. için bu sayı farklılıklar gösterebilir, fakat bu gün için dünyada yedi (7 ) milyarı aşmış bir nüfustan söz ediyorsak, bahsettiğim kesişmenin ortalaması alınsa bile, bana göre oldukça sınırlı…Ben, okuduğum her yazarın yolumun kesiştiği insanlardan sayıyorum ve öyle hissediyorum, çünkü onu kendimce anlamaya çalışıyorum ve onun yarattığı dünyada, sözcüklerin aracılıyla sadece ikimizin arasında oluşan bir bağdan söz ediyorum… Aynı metinden , her okur farklı şeyler algılayabilir ve bu gayet doğal, çünkü hepimiz farklı yaşıyor ve algılıyoruz bu hayatı… Edgar Alan Poe kısacık hayatı hakkında öğrendiklerimin sayesinde ağzım açık kaldı…
Aktris Elizabeth Arnold Hopkins Poe ile aktör David Poe Jr.'ın ikinci çocuğu olarak 19 Ocak 1809'da Boston'da doğdu. William Henry Leonard Poe adında bir ağabeyi ile Rosalie Poe adında bir kız kardeşi vardır.Büyükbabası David Poe Sr. 1750 yılı civarında İrlanda'dan göç etmiştir. Edgar'ın adı, ebeveyninin 1809'da birlikte oynadığı William Shakespeare'in Kral Lear oyununun karakterlerinden birinden gelmiş olabilir.Babası aileyi 1810 yılında terk etti,annesi de bir yıl sonra veremden öldü. Tütün, kumaş, buğday, mezar taşının yanı sıra köle ticareti de yapan ve Richmond, Virginia'da yaşayan İskoç kökenli John Allan, Edgar'ı evine aldı.Allan ailesi resmî olarak Poe'yu evlat edinmemişler ama "Edgar Allan Poe" adını onlar vermişlerdir. Bu bilgileri internetten edindim, daha ilginç kısımları merak edenler bulup okusunlar.
Bu uzun hikâyeyi bir cümleyle özetlemem gerekiyorsa i; eğlenceli bir cinayet gizemi, derim. Tabii hiçbir cinayet eğlenceli olamaz, ama ben cinayet gizeminden söz ediyorum, yanlış anlaşılmasın. Poe'nun mantık ve detay gözlemeleri ve analizleri şaşırtıcıydı doğrusu.
Pencerelerde neden çiviler var? Ve neden bir çivinin yayı olsun? Dil engelleri mi? Bacada ters duran ölü bir kadın mı? Sorular zihnimde dolaşırken, gizem aydınlanıyor…
Şunu da belirtmek istiyorum, okuma maceram çok kısa sürdü, anlatıcı ve Dupin hakkında daha çok şey öğrenmek isterdim… Tanışmalarını şöyle anlatılıyor ; ” İlk karşılaşmamız Montmartre Sokağı'ndaki karanlık bir kitaplıkta oldu; ikimiz de aynı kitabı arıyorduk ” Kitapevinde tanışma sahnesi pek çok kitapta ve filmde konu ediliyor, ben de seviyorum bu detayı… Edgar Alan Poe yaşadığı 1809-1849 yılları göz önünde bulundurursak öncüsü sayılabilir. İlk aklıma gelen Para romanı, benim çok sevdiğim, kitap evinde, müthiş tanışma sahnesi var misal…
Polisiye kitapları hakkında yazınca, olur da okumayan birisi kazara yazdıklarımı tesadüf edip okursa şayet, ipucu vermek istemediğim için, temkinli yazmaya gayret ediyorum ve son sözle kocaman tebessüm ediyorum, kitap günlüğümü oluşturmak çok keyifli ve eğlenceli, ayrıca plasebo etkisi taşımaktadır.
Neden 'Morgue Sokağı Cinayeti” polisiyenin ilki sayıldığını, okuyunca anladım. Hikaye kısacık ama çok dolu…Okumaktan çok keyif aldığımı söyleyebilirim…2019 yılının son kitabı Yeni yılın gelmesiyle bir ilgisi var mı bilmiyorum, fakat okurken şöyle bir düşünce geçti aklımdan ve yakalanmış düşünceye ( pek çoğunu yakalayamıyorum çünkü ) burada yer veriyorum; Hikayede, Noel Baba’nın tam tersi, bacada, başı aşağıda üstelik ölü bir kadın var … Tam bu zıtlık tesadüf mü düşünürken, yıllar evvel gülsem mi ağlasam mı diye bir “soruşturma” haberi düştü dimağıma, ismini hatırlayamadığım bir müftümüz ” Noel Baba bacadan giriyor. Ama doğru dürüst birisi olsa kapıdan girerdi.” dediğini anımsadım…
Yoruma açık bir söz değil, sadece aklımdan geçen ve yakaladığım bir düşünceydi… Benim yetiştiğim ve büyüdüğüm coğrafyada ki coğrafya kaderdir, Buz Dede vardı, onun ismi burada Noel Baba olduğunu öğrendim burada yaşamaya başlayınca…Buz Dede, benim ilk kahramanlarımdan, bana istediğim hediyeyi bulup getirendi çünkü ve ilk büyük hayal kırıklığım;” Seni kandırıyorlar, öyle birisi yok” demişti ablam ve ben çok ama çok üzüldüğümü, ağladığımı çok net hatırlıyorum…
Edgar Alan Poe tekrar okumak istiyorum…
Çok yavan bitti bu inceleme. Hiç olmazsa etkilendiğim bir alıntıyla noktalayım “Çözümleme gücü, bildiğimiz beceriklilikle karıştırılmamalıdır; gerçi çözümleyici ister istemez becerikli bir kimsedir, ama becerikli kimselerin hepsi çözümleme yapamazlar. Gerçekten, becerikli kimseler kafası hep hayallerle dolup taşan kimselerdir; yaratma gücü olanlar ise birer çözümleyiciden başka bir şey değillerdir.”
24 Aralık 2019 Bursa
24 Temmuz 2024 Çarşamba
TEHLİKELİ MASALLAR
Kitap okumak istediğim halde, dile hakim olmadığımdan, okuyamamanın ıstırabını, yaşamayan bilemez.
Ahmet Altan’ın üslubunda beni cezbeden bir şeyler var, bu yüzden kitap okur maceralarımda, zaman zaman onunla buluşmayı seviyorum, yine de kendimi, Yazarın hayranı olarak değerlendirmiyorum. Tehlikeli Masallar’ı 7 Şubat 2015 tarihinde okumaya başladım ve 31 Mayıs 2015 tarihinde devrettim. Romanı sadece Bursa – İstanbul yolculuklarım arasında okudum. Bir parçam İstanbul’da yaşadığından,(büyük oğlum orada üniverisite okuduğundan) kendimi az biraz İstanbullu sayıyor oldum 2013 yılından bu yana... Kocaman gülümsedim, son satırımla birlikte. Dört ay içinde bir romanı tamamen yolda bitirdiğime göre, epeyce sık gidiyor olmuşum… Özellikle mayısın son haftası, aynı hafta içinde , iki kez üst üstte İstanbul’daydım, Hadımköy İstanbul sayabilirsek tabii… Gülüyorum. Hadımköy, Pelikan Hill projesinde iş aldık ve artık sadece gezi amaçlı değil, iş nedeniyle de İstanbulludayız. Açık söylemem gerekiyorsa, gözüm korkmadı değil, İstanbul’da yaşamak kabus gibi…
Şimdi, birisi bu incelemeyi okumayı kalksa, yazdıklarım hakkımda ne düşünür bilemem tabii, yine de, Ona, küçük açıklama borçlu olduğumu hissettim. Ben öncelikle kendim için yazıyorum ve son yıllarda teknolojik gelişmelerin verdiği imkanlarla, kitap günlüğümü, sanal okurlarıyla paylaşıyor oldum. Okuduğu kitaplar hakkında düşüncelerimi yazarken, kısacık, kitabı okuduğum anlarda yaşadıklarıma da değiniyorum. Hem doğru Türkçe yazma egzersizleri yapıyorum, ki iş yerimdeki yazışmalarıma çok faydası oluyor, hem okuduklarım hakkında notlar almış oluyorum, hem hayatıma değişik renk katmış oluyorum ve bu rengi çok sevdiğimden, keyif almış oluyorum… Birden, Ahmet Altan’ın romanında küçük yazar – çocuğu hatırladım… Yaşıtlarıyla oyun oynamak yerine, hiç arkadaşı olmayan ve geleceği yazmaya çalışan çocuğu… İnsanları yazmaya iten nedenlerden birisi , yalnızlık mı ? sorusu geçti aklımdan.
Roman içinde roman, yalnızlık ve aşk hakkında okuduğum güzel kitaplardan birisiydi Tehlikeli Masallar. Aşk ile yalnızlık arasında kalan, nilüfer çiçeğine benzeyen, yazar kahramanımızın hikâyesi. Çok etkileyici pasajlar vardı romanda, duru, temiz, anlaşılır Türkçesiyle, bu sefer Ahmet Altan bana okuma şöleni yaşatabildi ve İstanbul trafiğini çekilebilir kıldı. Bir yerde okumuştum ki; trafikte asla okunamayan kitaplar vardır, ben bu düşünceye katılıyorum. Bazı romanlar vardır misal, trafikte okumaya kıyamazdım, fakat Tehlikeli Masallar hem boyut, hem konu olarak bana çok güzel dakikalar yaşattı.
Ahmet Altan, kadınları çok güzel anlatıyor…Bir kadının nasıl makyaj yaptığını yazmış ve ben gözlerimi fal taşı gibi açarak okudum…Pes doğrusu, ben kendim yaptığım makyajı bu kadar güzel anlatamazdım! Bu nasıl olur! Kadın ruhunu, kadınlardan bile daha güzel anlatan bir adam… Biz kadınlar, insanoğlunun, çok daha renkli olan yarısıyız, ben kadın kahramanı olmadığı filmleri izlemekten hoşlanmadığım gibi kitapları da okumaktan sıkılırım…Yine de kadınlarla pek anlaşamam. Gülüyorum…
Ahmet Altan, tam dört kadını anlatmış; Zübeyde, Sevda, Berrin ve adı kimi Eylül, kimi Prenses olan, para karşılığı bedenini satan kadını…Her birini, ayrı ayrı çok güzel anlatabilmiş. Ahmet Altan’ın gözlem yeteneğine hayran kaldım.
Okuduğum tüm yazarların, özel hayatlarını merak ederim. İstisnalar hep vardır ve Ahmet Altan benim için bu konuda bir istisna…Hiç okumadım özel hayatını, okusam, kitaplarını okuyamazdım gibi geliyor. Köşe yazılarını da hiç okumadım. Hayatında çok mu kadın vardırdı ki bu kadar iyi tanıyabilmiş onları?! Ya da hayatında çok sevdiği bir kadın vardı o kadar çok sevdi ki onun ruhunun derinlerine kadar tanıdı…Ya da sadece hayalindeki kadını anlattı, aradığı ve gerçekte hiç bulamadığı…Bilmiyorum.
Romanda serpiştirilmiş masallar vardı, bir tanesini Yılan Prens olanı hiç duymamıştım, ya da unutmuştum, çok güzeldi. Hakikaten her birimizin üstünde kırk gömlek vardır ve birbirimizi tanıdıkça, gömlekler birer birer azalır, soyundukça karşımıza ya prens/prenses ya da yılan çıkar…
2 Haziran 2015- Bursa
27 Haziran 2024 Perşembe
TÜNEL FARELERİ
Kitap araştırma süreci benim için çok heyecanlıdır, bir kitabın peşine sürüklenebilmekten müthiş haz alıyorum, o yüzden tanımadığım kitaplar hakkında yorumlar okumayı seviyorum. Ve bazan bu yorumlardan yola çıkarak, çok sık olduğunu söyleyemem, beni, bir kitap veya yazar cezp edebiliyor ve ben düşüyorum onun peşine. Bu sürüklemenin şiddetleri var elbette, gülüyorum… O sürükleyişin nedenini tam bilmiyorum, aşk gibi sanırım…Hayal kırıklığı yaşamışlıklarım da var tabii, hem de çoğunlukta, fakat yeni bir kitapla buluşmayı, elime almayı, varsa ön sözü ya da yazarla ilgili bilgiyi, ilk cümlesini okumayı seviyorum ve böyle anlarımı çoğaltmaya çalışıyorum.
Michael Connelly’yi bir kitap okur sitesi sayesinde tanıdım ve Kasım 2015 yılında ilk romanını okudum, yani Yazarla tanışmış oldum. İlk tanışma önemli, gülüyorum , ben bu kitap günlüğümün sayfalarını yazarken çok eğleniyorum, çünkü bazan bu ilk buluşmadan sonra, elim bir daha o yazara hiç gitmiyor, bazan ise ikinci şans tanıyabiliyorum, bu durum o anki ruh hallerime göre değişiyor. Bir insanı ilah gibi görmek benim sinirime dokunuyor, çok iyi şarkı söyleyebilir, çok iyi yazar olabilir, çok iyi siyasetçi olabilir, daha akıllı, daha güzel olabilir, daha üstün yeteneklere sahip olabilir, fakat sonuçta bir insandır ve ben hiçbir insan başka bir insanı küçümsemesine tahammül edemiyorum, sevmek veya sevmemek başka bir şey, onu küçük görmek başka, belki ben sıradan birisi olduğum için böyle düşünüyorum, bilmiyorum…Ah bu sözler de nereden çıktı, sanırım kendimde, bazı yazarlara, ikinci şans tanıma cüreti bulduğumdan.
Michael Connelly’i ilk buluşmamızda sevmiştim ve onun yarattığı Harry Bosch kahramanı tanımak istediğimden söz etmişim, çünkü Yazarı araştırırken bu roman kahramanın ismine rastlamıştım. Bu ilk karşılaşma için roman seçmeye sıra gelince tam bir karmaşa içinde buldum kendimi, serinin kitaplarındaki yayımlama sırasında sorun vardı. Uzun çabalar sonucunda, gülüyorum, söz konusu serinin ilk kitabı TUNEL FARELERİ olduğunu öğrendim ve oradan başlamam gerektiğine karar verdim, yoksa romanın adı pek hoş gelmemişti. Yeri gelmişken küçük bir bilgiyi paylaşmak istiyorum, öğrendiklerime göre bu seri on dokuz ( 19 ) kitaptan oluşuyor ve yanılmıyorsam ülkemizde ikisi hariç diğerleri tercüme edilmiştir. Tünel Fareleri 1992 yılında yayımlanmış ve yanlış öğrenmediysem, Yazarın ilk romanıdır, ayrıca bu romanıyla Edgar Ödülü’nü kazanmıştır.
Tünel Fareler’ni devredeli aylar geçti, fakat bir türlü vakit ayırıp kitap hakkında yazamadım. Aradan zaman geçince kitap hakkında düşüncelerimi toparlamak bir taraftan zorlaşsa da, bir taraftan bazı ayrıntıları anımsamak güzel olabiliyor… Hieronymus Bosch’la (Harry Bosch)tanışmak ilginçti, bu kahramanı sevebileceğimi hissetmiştim ve yanılmadım. Kahramanı tanımakla kalmadım, aynı ismi taşıyan on beşinci yüzyıla ait Hollandalı bir Ressamla da yolum kesişmiş oldu roman sayesinde ve daha önce hiç duymadığım ve görmediğim bir tabloyu nette incelemiş oldum. Üç ayrı parça halinde 2,2 m x 3,89 m boyutlarında Zevk Bahçesi adındaki bu dev tablo 1939'dan beri Madrid'deki Prado Müzesi'nde bulunduğunu öğrendim. Artık Madrid’de bir hedefim var diyorum ve gülüyorum… Kitap okurken böyle küçük keşifler yapmaya bayılıyorum ve bu yüzden Michael Connelly’yi kutluyorum.
Sadece bunun için kutlamıyorum gayet tabii, çok katmanlı karakterler yaratma becerisi için ve onları inandırıcı bireyler olarak geliştirebildiği için, gerçekçi diyaloglar yazabildiği için, sağlam bir kurgu oluşturduğu için, gizemli ve karmaşık bir suç üzerine kurduğu hikayesi için, Hollywood ve Beverly Hills'i harika anlatabildiği için, Vietnam Savaşı ve "tünel fareleri" hakkında arka plan bilgisi verdiği için ve bana nostaljik anlar yaşattığı için...
Hikaye, Vietnam'daki savaş zamanında Bosch'un biriminde olan bir askerin, yıllar sonra ölü bulunmasıyla başlıyor. Bu ölüm vakası kısa zaman önce çözülmemiş, çetrefilli bir banka soygunu ile bağlantılı olabileceği anlaşılır. Bosch’a soruşturmalarında yardımcı olmak üzere , FBI tarafından, sert, esrarengiz ve tabii ki güzel ajan Eleanor Wish görevlendirilir. Yavaş yavaş bağlantılar açığa çıkar ve sonunda tüm gizem ve iç içe girmiş suçlar çözülür. Küçük ip uçlarını, her ayrıntıyı ve şüpheli anları neredeyse mükemmel işleyebilmiş Connelly ve türü için son derece güzel bir roman çıkmış ortaya, bana göre. Kitap bana nostaljik anları, ankesörlü telefonların, daktiloların hatırlatmasıyla yaşattı, roman ilk olarak 1992 yılında yayımlandığından, günümüze kadar teknolojinin nasıl hızla geliştiğini bir kez daha çarpıcı şekilde hatırlatmış oldu.
Burası benim kitap günlüğüm, fakat sadece okuduklarımın bana neler düşündürdüğünü veya hissettirdiğini hakkında yazmak istemiyorum, kısaca o kitabın bana eşlik ettiği dönemde yaşadıklarımı da kendim için not etmek istiyorum. Bundan sonrasını, sadece kitap hakkında bilgi edinmek isteyenler okumayabilirler, gülüyorum…Mesela kitabın bana hatırlattığı müzik The Cigarette Duet – Princess Chelsea, ya da tam tersi bu şarkıyı radyoda ( veya başka bir yerde ) dinlediğimde, romanın kahramanları canlanıyor dimağımda.Bu şarkıyı, kitabın sayfaları içinde not etmişim, not etmeseymişim unuturdum ve şu an bu satırları yazarken yine bu şarkıyı dinliyorum…
Okuduğum kitapları yanımdan ayırmadığım için o an yaşadıklarımın sessiz şahitleridir. Çocukluğumdan bu yana, okuma yazmayı söktüğümden bu yana daha doğrusu, hep çok oluşturmak istediğim günlük, okuduğum kitapların arasında gizli, gülüyorum, günlüğüm küçük hatırlatmalardan ibaret ve bu incelemeler, sayesinde gün yüzü buluyorlar : ) Tünel Fareleri, otuz (30 yıl ) hiç görmediğim üniversite arkadaşlarımla buluştuğumda yanımda olan kitaptı. Sayfaların içinden tam tarihi hatırlamış oldum, 3 Haziran 2017, Bulgaristan, Filibe’de gerçekleşti toplantımız, Dünyanın her bir yanına serpilmiş olan bizler, gelişen teknoloji sayesinde buluşmayı gerçekleştirebildik. Facebook’ta kurduğumuz grup yardımıyla, Avustralya’dan Beti, Kanada’dan Mitko, Almanya’dan Nayden, İngiltere’den Petar, Türkiye’den ben ve tabii ki Bulgaristan’da kalan arkadaşlar, yaklaşık 30 kişi müthiş bir organizasyonla buluşmayı başarabildik. Bazı arkadaşlarımı tanımakta zorluk çektim, ama gözler var ya, gözler yine bir süre sonra ip ucu verebiliyor…Çok eğlendik, çok güzel bir geceydi, hiç uyumadak, anlatılacak o kadar çok şey vardı ki…İnsanlar yaş aldıkça daha mı iyi oluyorlar ne, düşüncesi sısk sık geşti aklımdan, otuz yıl öncesini ile kıyaslayınca…
Harry Bosch’la bir daha buluşur muyum bilmiyorum, pek sanmıyorumi, yine de kısmet diyorum ve onun bir sözüyle bu uzun güncemi noktalıyorum. ” Bazan insanlar,olaylar ve gözle görünmeyen güçler, bir şekilde birbirlerini bulur. Ben buna inanıyorum.”
Hamiş: Harry Bosch’un çok sevdiği ve kendini adeta içinde gördüğü tablo, Edward Hopper’in, Gece Şahinleri.
Sonny Rollins, Frank Morgan ve Branford Marsalis , kahramanımızın en çok sevdiği saksafon ustaları, bir gün dinlerim diye buraya not düşüyorum... Küçük oğluşum tam bir jazz tutkunu, piyanosunda icra ediyor aynı zamanda, ben de belki severim bir gün…
8 Ekim 2017 Bursa
11 Haziran 2024 Salı
YABANCI
Tatilde, yanıma Milyarder romanını aldım ve 3 Ekim 2014 tarihinde okumaya başladım. Tesadüf bu ya kitap başka bir Fransız Yazara aitti, Michel de Saint Pierre. Daha sonra fark ettim ki Albert Camus ve Michel de Saint Pierre hemen hemen aynı dönemde yaşamışlar. Albert Camus 7 Kasım 1913, Michel de Saint Pierre ise 12 Şubat 1916 yılında dünya gelmiş iki Fransız.. “Coğrafya kaderdir”, demişti İbni Haldun. Bu sözlerin gerçekliğini her zaman hissetmişimdir… Camus, Cezayir’de maddi imkanları kısıtlı olan bir ailede doğmuş, annesi İspanyol, babası Fransız, Michel de Saint Pierre ise soylu bir Fransız ailesinde doğmuş.
Velhasılıkelam, Milyarder romanını okumaya başladım ve bu roman benim en çok sevdiğim tür roman tarzıdır, kurgu dahi olsa, olaylar sanki gerçekmiş gibi gelişiyor. Yine de Yabancı’nın birinci bölümü aklımın bir köşesinde kalmıştı, Camus beni etkilemeyi başarmıştı. Milyarder’ in 142 sayfasında şöyle bir pasaj okudum; “Ananaslı ördekten önce, bir levrek ızgarası hiç de fena olmaz gibime geliyor. Yanında da bir şişe Meursault…” Bir şişe şarap, Meursault şarabı…Yabancı’nın kahramanı Meursault değil miydi?! Yanılmış olduğumu sandım bir an için, kontrol etmek için, Yabancı romanı yanımda değildi…Meursault nasıl okunur? Mörso mü ! Şu Fransız dili hep beni şaşırtmıştır…İnkar edemiyorum, bu dili hiç bilmediğim halde, tınısını seviyorum…Türkçe bilmediği birisi, dilimizin tınısı hakkında ne düşünür, merak ettim birden. 1989 yılında Türkiye’ye göç geldiğimde hemen hemen hiç Türkçe bilmiyordum, televizyonda konuşmaları anlayamıyordum, fakat Türkçenin tınısı çok, ama çok hoşuma gidiyordu, öylesine yumuşak ve melodik…Bir gün ben de konuşabilecek miyim, diye hayıflanıyordum.Ama ben bir Türküm ve tarafsız olamadığım gibi, belki bu hissettiklerim, gerçeği yansıtmıyordur, bilmiyorum. İnsan, sevdiğini güzel bulur. Benim merak ettiğim, bir yabancının, Türk dilini nasıl bulduğuydu.Sanki birisi, komik tınısı olduğunu söylemişti.
Saptırdım konuyu, Yabancı romanın kahramanı ile Fransa’da şarap üretilen bir bölgeyle aynı isim olduğunu öğrendim ve ossaat bu aslında bir soy ad olduğunun farkına vardım. Ön ismi var mıydı ki Meursault’un? Yoktu sanki…
Yabancı, çok ilginç bir romandı.Bende o kadar çok soru işareti bıraktı ki; Tutkusu olmayan bir insanın hali bu mudur ? Aslında, hep deriz hayatta hiçbir şey ciddiye alınmamalı diye, Meursault gibi mi ? Bir insanın, sahilde, öylesine hayattan koparmak bu kadar kolay mı? Ya da bir Arabın zaten hayatının bir önemi yok mu? Camus, öldürülen kişinin neden bir Arap olduğunu seçmiş? Yargılanan Meursault, zaten öldürdüğü için değil, ölen annesine karşı tutmadığı yas için asıl yargılanmıştı…Yas nasıl tutulmalıydı? İnsan acısını içinde yaşayamaz mı? İlla birileri bu acısına şahit mi olmalı ? Meursault, işindeki yükselmeyi neden kabul etmedi? Paris'e gitmeyi neden reddetti? Toplumun kabul ettiği kurallara baş kaldırı daima giyotine mi götürür? Meursault aslında öldürmeye niyeti yoktu, kendini korumak için mi öldürmüştü? Arabın elinde bıçak vardı…Neden kendini savunmadı? Savunmaya gerek mi duymadı? Sonuçta herkesi, bir şekilde ölüm beklemiyor mu ? Sevmediği bir kadınla neden evlenmeyi kabul etti? Birisine âşık olabilir miydi? Ve pek çok soru daha...
Romanın son bölümünden çok etkilendim. Yorumlaması zor, okumak gerek…
Okuduğum tercüme oldukça başarılıydı, yine de bu romanın, özellikle son bölümlerini Fransızca okuyabilmeyi isterdim.
Albert Kamus, Cezayir’de doğmuş olması, bir sömürge ülkesinde doğmuş olması, hem Fransız, hem Arap kültürünü çok yakından tanımış olması, Arapların kendi topraklarında yaşadıklarına bizzat şahit olmuş olması, sanırım hayat felsefesini oluşturmakta önemli rol almıştır. Yazarın kısa biyografik bilgilerine baktığımda bu cümleye takıldım ; Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlakî bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızları tasvir ederken kullandığı sıfat olan "siyah ayak"tı.
İyi ki okudum bu romanı.
31 Ekim 2014
Bursa
7 Haziran 2024 Cuma
TANIMADIĞIM TANIDIK FÜRUZAN
Haraç, hikâye mi, uzun öykü mü, roman mı tam olarak karar veremedim. Olağanüstü yalın ve duru bir dilde yazılmıştı fakat. Sanki dün yazılmış bir kitap gibi geldi, uzun yıllar önce kaleme alınmasına rağmen. Okurken, aralarda durdum ve geriye dönüp tekrar tekrar okudum, hoşuma giden satırları. Yazarı heyecanlandıran konular o kadar sahici, olaylar o kadar gerçekti ki… Haksızlıklara tahammülü olmayan ve bu isyanını açık ve net bir şekilde, cesaretle, sözcüklerin sihirli gücü ile okurlarıyla paylaşmış Füruzan. Ben hayranlıkla okudum.
Şu an bu satırları yazarken, biraz duruyorum, kitabı elime alıyorum ve 78. sayfasını açıyorum, tekrar okuyorum ve yazıyorum: “ Bir şey iste deselerdi, hani var ya o masallardaki gibi, periler cinler çıkıp dilek sorduklarında okumayı yazmayı sökeyim isterdim. Oğluma iki satırcık yollamak için”
Okuyamamanın, harflerin tanıyamamanın buruk acısı, beni çok derinden etkiledi.
Sıra dışı kadın duyarlılığı ile, sadece seksen sayfaya sığdırılmış, bir başka kadının Servet’in hayatına dokunmuş Füruzan ve ben içim buruk ve çaresiz tanık oldum.
Edebiyat eleştirmeni değilim, ve öyle birinin gözü ile görüş bildirmem mümkün değildir elbette, fakat sıradan birisi olarak kitabı çok beğendiğimi ve hafızamda kalıcı yer edindiğini söylemeliyim.
Kitabı, bir okurun yorumunda görmüştüm ve haklı isyanı ,Yazarımızla yolumun kesişmesine neden oldu; “Acaba biz Türkler kendi değerlerimizi birbirimize anlatmayı beceremiyor muyuz? Yoksa beceriyoruz da...Bir övgü yapılacaksa, yapılması gerekiyorsa bu övgüyü gerektiği kadar duygulu, gerektiği kadar heyecanlı yapamıyor muyuz? Buyrun, işte Füruzan'ın Haraç adlı hikâyesi... Niçin birileri bana şimdiye kadar, ' Füruzan'ın HARAÇ adlı öyküsünü okudun mu? ' diye sormadı? Niçin Füruzan'ın adı hiç geçmedi? Füruzan'ın öyküsü 'çok güzel öyküler' arasında gösterilemez mi? Bunu kim yapacak? Kim Haraç'ı en güzel öyküler arasına alacak? Galiba bunu biz yapacağız...kitap okuyanlar, bir şeyler yazmaya çalışanlar yapacak! “
Haraç, güncelliğini kaybetmemiş bir öykü. Sezen Aksu imzalı çok çok güzel ve anlamlı olan şarkısı “ Kardelen”, fonunda devrettim bu kısacık hikâyeyi. Aklımın bir köşesinde sürekli bu şarkı çalıyordu…
Doğuda nice nice Servetler var hâlâ…
Kitap, tekrarlamak istiyorum, sıra dışı kadın duyarlılığı ile yazılmış. Kadınların, bazen yaşamak zorunda kaldıkları korkunç haksızlıkların isyanıdır bu minicik kitap.
Ulu Önderimiz Atatürk sözlerini hatırlıyorum : “Bir zamanlar gelir beni unutmak, unutturmak isteyen gayretler belirebilir, fikirlerimi inkâr edenler, beni yerenler çıkabilir. Hatta benim yakın bildiğim kimseler arasından bile olabilir. Ama ektiğimiz tohumlar o kadar canlıdır ki, bu fikirler döner dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur.”
Nasıl da öngörmüş !
Ama ben Çağdaş Türk Kadınına güvenmek istiyorum ve burada, Önderimizin sözlerine yine ihtiyaç duyuyorum “şuna kani olmak lazımdır ki, dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının eseridir”
Füruzan’ın güzel öyküsü, sözü geçen ekilen tohumlardan yeşermiş bir filizdir. Benim ülkemde Füruzan gibi Yazarlar olduğundan gurur duydum.
Okuyun ve okutun lütfen, güzel ülkemizde, Servetler hiç olmasın…
Efendiler, siz de okuyun lütfen, sizin için de çok anlamlı mesajlar var…
14 Ocak 2009 Bursa
4 Haziran 2024 Salı
DOKTOR JİVAGO
3 Haziran 2024 Pazartesi
SAHİLDE KAFKA
31 Mayıs 2024 Cuma
AŞKIN BEDELİ
30 Mayıs 2024 Perşembe
GÜNAH KUYUMCULARI
29 Mayıs 2024 Çarşamba
Polisiye Romanlar Okuyan Hırsız
28 Mayıs 2024 Salı
Sinek Isırıklarının Müellifi
22 Mayıs 2024 Çarşamba
En Uzağından Unutuşun
21 Mayıs 2024 Salı
SİRKE KIZ
Etkisinde
kaldığınız, unutamadığınız ve aklınıza ilk gelen filmler hangileridir?
Bu soruya, sorulduğu farklı tarihlerde, farklı cevaplar verebilirim; Hayat Güzeldir, Forrest
Gump, Bisiklet Hırsızları, Guguk Kuşu, Room ( Gizli Dünya ), Piyanist, Postacı
Kapıyı İki Defa Çalar, Lion, Doktor
Jivago, Hırçın Hız…
Tamam kestim, bir kitap yorumu yazmaya başladığımı
unutmadım, neden böyle bir giriş yaptım peki, çünkü anlatacağım kitap, hiç
unutamadığım bir filmi anımsattı bana; Hırçın Kız’ı.
Kitap yorumlarımda sıkça söz ediyorum, doğduğum ve hayatımın ilk 25 yılı, Türkiye’ye coğrafi olarak yakın, fakat yapısı ile
çılgınca farklı olan ülke Bulgaristan’da geçtiğini ve burada yazmamın ilk nedeni
pek çok eksik olan Türkçe dilimi geliştirmek
olduğunu. Ayrıca bu sayfa, kitap yolculuğumun aynası olmakla kalmıyor,
okuduklarımın düşündürdüklerini, hissettirdiklerini ve anımsattıklarını yazdığım gibi, kısa
otobiyografik notlarıma da yer veriyorum, çünkü ben öncelikle kendim
için yazıyorum. Paylaşma nedenim ise, ben her türlü ve özellikle bu tarzda kitap
yorumları okumayı sevdiğim için, belki
benim gibi başkaları daha vardır, işte
bu düşünce, bu eyleme itiyor beni ve son satırla kocaman gülümsüyorum. Birileri bu sayfama
tesadüf ederlerse şayet, eğlenceli, nostaljik
bilgilerin yanı sıra, yazmanın bir terapi olduğunu öğrenebilirler bir ihtimal.
Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, filmi 1967 yılında çekilmiş, Türkiye’de 1971 yılında vizyona girmiş, o yıllar kapalı kutu olan Bulgaristan’da film ne zaman vizyona girmiş olduğunu
bilmiyorum, ben 1980’li yıllarında
izlemiş olduğumu tahmin ediyorum, çünkü film televizyona düşmüş ve ben evde siyah beyaz yayında , yine de büyülenmiş gibi
izlediğimi hatırlıyorum. Sansürün kol gezdiği ülkede o kadar kısıtlı yayınlar
vardı ki o zamanlar, sadece bundan dolayı da bu
denli etkilenmiş olabilirim, tabii işin aslını tam bilmiyorum, bildiğim
tek şey, filmi çok ama çok beğenmiş olduğum ve hâlâ çok net kareler anımsadığımı.
Elizabeth Taylor, Richard Burton, filmin baş rollerinde, fakat o zaman bu
isimleri bile tam olarak kim olduklarını bilmiyordum, yine de beni kendilerine
hayran bırakmışlardı. Hırçın Kız – The Taming of the Shrew, daha sonra William Shakespeare'in bir oyunu olduğunu öğrendim.
Bu arada küçük
bir bilgiye yer vermek istiyorum, hazır bu kadar geriye gitmişken; 1926 yılında
küçük bir ekranda, ilk televizyon görüntüsünü elde edilmiş, 1936 yılında
dünyanın ilk düzenli TV yayını başlatılmış, Türkiye’de ise 1968'de TRT Ankara Televizyonu deneme yayınlarına başlamış. Bizim eve televizyon 1972 yılında girmişti çok net hatırlıyorum bu yılı , çünkü 1972
benim için önemli bir yıl, ilk defa o
zaman idrak edebilmiştim ki Dünyada yıl
sayımı var ve benim o an yaşadığım yıl 1972 yılı( 8 yaşındaydım ).
2018 yılının son devrettiğim kitap Sirke Kız. Hiç duymamış olduğum yazarlar ve kitapları hakkında,
okur yorumları okumayı seviyorum ve bu sayede bazan çok keyifli eserlerle buluşabiliyorum,
böylece kitap okur macerama renk ve heyecan katıyorum. En son yine bir keşif sonucunda, yolum Anne
Tyler ile kesişti. Bir yazarın kitabını edinmeden önce, mutlaka kısa biyografik
bilgilerine bakıyorum, şimdilerde bu çok kolay oluyor ve burada paylaşıyorum;
Anne Tyler, 1941 yılında Minnesota Minneapolis'te
doğdu ve Kuzey Carolina'da Raleigh'de büyüdü. Yirmiden fazla romanın yazarıdır.
2015 yılında Man Booker Ödülü için kısa listeye girmiş. On birinci romanı SOLUK
ALMA DERSLERİ romanı ile 1988'de
Pulitzer Ödülü'ne layık görülmüş. Amerikan Sanat ve Edebiyat Akademisi
üyesidir. Maryland, Baltimore'da yaşıyor.
Shakespeare’in bazı eserleri, günümüzün yazarları
tarafından yeniden yorumlanarak yazılması, Hogarth ‘ın (İngiltere’nin
köklü yayınevlerinden) bir süre
önce başlatmış olduğu değişik bir proje. Anne Tyler de bunlardan birisi,
Hırçın Kız – The Taming of the Shrew oyununu günümüze Sirke Kız -Vinegar Girl olarak uyarlamış.
Bu projenin ne kadar doğru olduğunu tartışmıyorum,
fakat haberim olunca çok merak ettim ve kitabı
ossaat edinip devrettim.
Shakespeare’in, en sevdiğim komedisinin özüne sadık
kalırken, esprili ve çağdaş yaklaşabilmiş
bence Anne Tyler . Beni güldüren,
düşündüren , iyi yazılmış eğlenceli bir
kitap diyebilirim. Hırçın Kız hakkında detaylı bilgiye sahip olabilirsiniz, ya
da bu oyununu hiç duymamış da olabilirsiniz, Anne Tyler, çok
zor iş başarmış bana kalırsa ve her iki tür okuyucuya hitap edebilmiş.
Sirke Kız,
Haziran 2016 tarihinde
yayımlanmış, Hırçın Kız ise 1590-1591 yılları arasında yazıldığı varsayılır, özellikle nette tarihlere baktım, çünkü hikayede dikkatimi
çeken ve ne yazık ki, kadınların evin dışında çalışmalarına ve para
kazanmalarına rağmen, hâlâ ev işlerinin onda dokuzunu yapmaya devam ettiği bir dünyada yaşıyoruz, oysa sadece ben bu durumda olduğumu
sanıyordum…
29 yaşında Kate Battista, anaokulunda 4 yaş grubunun yardımcı öğretmenidir, tuhaf bilim adamı babası
Dr. Battista, ele avuca sığmayan on beş
yaş küçük kız kardeş Bunny ve sınır dışı edilmek üzere parlak
genç laboratuvar asistanı Pyotr. İşte ana kahramanlarımız, hani kurguda öyle
çok merak ettirilecek bir durum yok, Yazarın öyle bir iddiası da yok, neşeli,
hafif, sıkmayan, eğlenceli film izlercesine, kitap okur macerası oldu benim
için.
Uzun yazımı noktalarken kitapta çok hoşuma giden ve
kendime ilke edinmek istediğim iki pasaj ile noktalamak istiyorum ;
“Güzel bir şey söyle kuralı; Eğer söyleyeceğiniz şey
güzel değilse, bir şey söylemeyin”
“ Sosyal iletişim becerilerini geliştirmelisin. Biraz
incelik, biraz ölçülü davranış, biraz diplomasi.”
28.12.2018
Bursa